İyi, kötü ve ben…

 

TRK.jpg

 

Üç yıl önce "Kamu'da Yeniden Yapılanma" diye bir sempozyum düzenlenmiş.

Benim asıl eğitim ve seminerlerim liderlik ve yönetim üzerine.

Gittim oraya, makam aracından giremezsiniz içeri.

Ben konuşmacı olarak davet edilmişim, benim yaşımda dinleyici yok.!

Bütün dinleyiciler hepsi de korumalı, 400 dinleyici, mutluluktan ölebilirler.

Devleti yönetiyorlar ve çok mutlular. Makam araçları, korumalar, bilmem ne...

Biz geçtik oturduk konuşmacılar olarak ve herkes de bana bakıyor, bu çocuğu niye çağırdılar diye.

Benden önce müsteşar çıktı dedi ki; Türkiye'nin cep telefonu sayısı şu an Yunanistan'ın bilmem kaç katıymış.

Millet, Oooo, falan filan, sağırlar birbirini ağırlar modunda...

Dünyanın 16. büyük ekonomisiymişiz biz, haberiniz olsun sizin de! ve uydu sayımız, şu an Yunanistan'ın bilmem kaç katıymış.

Millet yine Oooo, acaip gaza gelmişler, neyse.

Sıra bana geldi, benim acaip moralim bozuldu, ben dedim ki;

Şu kağıdı bir kenara bırakıyorum, ben konuşmacıları dinleyince başka dünyalarda yaşadığımızı farkettim ve ben size başka bir şey anlatacağım.

Ben merhaba diyerek başlıyorum çünkü kimin ne olduğunu bilmiyorum.

Benden öncekilerin konuşmaya başlaması beş dakika sürdü.

Sayın Bakanım, Bakanımın Halasının Oğlu, işte onun dayısının oğlu falan, onlar da hıı mıı yapıyorlar,

Ben dedim hiç birinizi tanımıyorum, o yüzden Merhaba diye başlıyorum.

Ben size, iki temel şey söyleyeceğim.

Birinci, eğer bu gün bir adam kendi parasını kendine harcıyorsa, şu anda siz, kendi paranızla kendinize bir şey alacaksanız, iki şeye bakarsınız.

Fiyatına ve kalitesine.

Eğer birileri, başkasının parasını kendileri için harcıyorsa, ben devletin parasıyla kendime pardesü alacaksam, sadece kalitesine bakarım, hiç fiyatına bakmam ben.

Eğer birileri kendi parasını başkaları için harcıyorsa, tek fiyatına bakar, hiç kalitesine bakmazlar.

Ama eğer birileri, başkasının parasını başkaları için harcıyorsa, ne fiyatına bakar, ne de kalitesine.

Salon buz kesti. İşin kötü tarafı dedim, son kırk yıldır, başkasının parasını başkaları için harcarken, kendinize %5, partinize %10 komisyon alıyorsunuz.

Herkes şokta.

Sonra döndüm müsteşara dedim ki; benim için gelişmişliğin kriteri cep telefonu, uydu değil dedim. Nedir senin için? dedi;

Benim için iki kriter var dedim;

Ben çocukken, dünyada bize vize uygulayan beş altı devlet vardı, kırk yıldır bu ülkeyi sizler yönettiniz, bu gün dünyada 200 devlet var, biz Türk'üz diye 170'i bize vize uyguluyor.

İkinci kriter dedim, cep telefonu sayısı bilmem ne, çok alkış aldı, Yunanistan'da beş yaşına kadar çocukların ancak binde 6'sı ölüyor.

Türkiye'de ise binde 61 çocuk ölüyor. Fazladan ölen 56 çocuğu, vergi kaçıran iş adamı olarak ben öldürüyorum, alkollü olarak araba kullanan servis şoförü öldürüyor, rüşvet yiyen o müsteşarlar, bakanlar öldürüyor, işini dünya kalitesinde yapmayan polis memuru öldürüyor, işini dünya kalitesinde yapmayan doktorumuz öldürüyor, yani hep beraber öldürüyoruz o fazladan 56 çocuğu.

Hiç kimse bende bunun sorumluluğu yok demesin. Hiç birimiz işimizi dünya kalitesinde yapmıyoruz.

Ben bunları söyleyince salon buz kesti.

Önce çok bozuldular, sonra çıkışta ayakta alkışladılar dakikalarca ama bu gün ben size şunu söylemeye geldim;

Bu ülke daha iyi bir ülke olacaksa, sizin sayenizde olacak.

Lütfen bizler gibi olmayın. Rüşvet yiyen, hayatta tek hedefi maaşım artsın başka bir şey olmasın, ben işimi kaliteli yapmayayım olmayan, lütfen çok kaliteli çok iyi insanlar olun, yoksa o fazladan ölen çocukların sorumluluğunu omuzlarınızda hissedin.

Öyle yapın ki işinizi, Martin Luther King'in çok güzel bir sözü var;

“Sizden sokakları süpürmeniz isteniyorsa, Beethoven'in beste yaptığı gibi süpürün, Shakespeare'in şiir yazdığı gibi süpürün ve Michael Angelo'nun resim yaptığı gibi süpürün. Öyle bir süpürün ki, uçan ve yürüyen her şey dursun, burada dünyanın en iyi çöpçüsü çalışıyormuş desinler.”

Ahmet Şerif İzgören'in Polis Akademisi'ne yaptığı konuşmanın son kısmı.

-/-

Lisede bir gün yatılı bir arkadaşımızın okuldan uzaklaştırıldığını duyduk. Ya çok seviyor ve sayıyorduk ya da suçuna inanmıyorduk, şimdi hatırlamıyorum ama derslere girmeme kararı aldık.

Ankara’da Kasım zor bir aydır. Keskin soğuk rüzgarların estiği, yağmurun çiselediği bir ay yine. Kimse bizleri derslere girmeye ikna edemiyor. Lise müdürümüz rahmetli Mesut Hoca, o zaman ki TED Ankara Koleji Genel Müdürü rahmetli Burhan Göksel’e haber vermiş, bahçede kürsü kurulunca öğrendik kimin geleceğini. O zamanlar bando şefiyim, Burhan Göksel’in gelinlik kızının cenazesini bando eşliğinde daha yeni kaldırmışız, acısını biliyorum. Geldi dediler, hepimiz bahçeye çıktık. Tabi üzerimizdekileri sınıfa asmışız, hepimiz ceketli, kızlar da hırka ile çıktık bahçeye.

Burhan Göksel geldi, kürsüye çıktı, şöyle bir baktı hepimize, indi kürsüden. Ne oluyor demeden baktık ki, paltosunu, şapkasını ve kaşkolunu çıkarıyor. Tekrar çıktı kürsüye. Bu hareketi bize yetmişti. Bir de konuşma yaptı. Aklımda kalan ve asla unutmayacağım en kıymetli nasihat ve her fırsatta tekrarlarım öğrencilerime;

Meslekler arasında fark yoktur,

Meslektaşlar arasında fark vardır.

Ne iş yaparsanız yapın, ama en iyisi olun.!

Bizim yaşantımızda bizler hep iyi ve güzel örneklerle büyüdük.

Yalan bilmez, yerde ekmek görünce nimet der, öpüp başımıza koyar, temizler ve bir hayvanın yiyebileceği yükseklikte bir yere koyardık.

Kimse bizi korkutmadı, kısıtlamadı aksine cesaretlendirdi. Biz de yaptığımız işte en iyisi olmak için çabaladık.

Okuduk, araştırdık, tartıştık, düşündük ve yaptık. Tıpkı Köy Enstitülerinin temel ilkelerinde olduğu gibi;

- Çevreye uygunluk ilkesi.

- Öğrencinin doğasına uygunluk ilkesi.

- Kendi kendini yönetim ilkesi.

- İş içinde kendi kendine çalışma ilkesi.

- Öğrenciye yetki ve sorumluluk verme ilkesi.

Köy Demirciliği (Nal bantlık, Motorculuk), Köy Dülgerliği (Marangozluk), Köy Yapıcılığı-Tuğlacılık ve Kiremitçilik-Taşçılık-Kireççilik-Duvarcılık ve Sıvacılık-Betonculuk, Kızlar için köy ev ve el sanatları: -Dikiş-biçki, nakış, -Örücülük ve dokumacılık-Ziraat sanatları.

Bu gün yukarıda sayılan kaç mesleğin okulunun olduğuna siz karar verin.

Bugün bu ilkeler doğrultusunda eğitim aldınız mı? Bir düşünün.

Köy Enstitüleri’nin temel hedefi, bu eğitim modeli ile kişinin kendi farkına varılabilirliğini kazanmasıydı.

Öğrenciler anlıyor, düşünüyor, sorguluyor ve üretiyordu. Şimdilerde ise bu istenmiyor.

Harcanan sadece bizim zamanımız, bizim emeğimiz ve bizim üretimimiz değil, milli servet idi. Her kullandığımızı bizden sonraki kullansın diye sakınır, üzerine titrerdik. Bize yararlı olan, bizden sonrakilere de yarayacaktı elbet.

Mustafa Güzelgöz böyle bir ortamda yetişmiş, kendinden sonrasını düşünen vatansever bir memurdu. Yine de zorla devletten ayrılmak zorunda bırakıldı. Elbet bazıları için kötü örnek olmaktaydı ama heykeli dikilen bir memur olarak tarihe geçti.!

Geriye bakınca yaşlı işte derler. Doğrudur ama neden baktığımızı bilmezler.

Gelin nedenini kulağınıza fısıldayayım;

“Geçmişten ders almak için.”

İyi ile kötü gerçekçi bir tanım değildir.

“There is nothing either good or bad but thinking makes it so.!”

William Shakespeare

“İyi ya da kötü diye bir şey yoktur, ikisini de düşünce üretir.”

-/-

Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı.

Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.

Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar.

Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.

O merakla, sordu dedesine:

Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."

- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.

- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.

Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.

- "Hangisi mi evlat?

 Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

Sıradanlığın zaferi

 

Herkese sağlık ve huzur dolu yeni bir sene diliyorum.

Kalın sağlıcakla..

www.servetbasol.com

161226