Düşüncenin Coğrafyası
Hindistan Haydarabat’taki Salar Jung Müzesi’nde yer alan bu özel heykel, sanatçının hikayeyi etkili ve adeta yaşatarak aktarabilme yeteneği açısından büyüleyicidir. 1808 yılında yayınlanan Faust, iyi ve kötünün klasik bir savaşıdır. Geniş bıyığı ve şeytani sırıtışıyla heykeldeki erkek figür açıkça Mefistofeles’tir (şeytan). Margaretta olarak da bilinen Gretchen’e aşık olduğunda ise bu anlaşma cinayet ve ebedi lanetlenme gibi çok vahim şeylerle sonuçlanacaktır. Bu eserdeki iki figür, Faust’ta da işlendiği gibi insanlığın iki kutuplu doğasının bir sentezidir.
Modern dünya düzeninin bütünleşik, birbiriyle bağlantılı ve birbirine bağımlı durumunda, insan doğası ve insan düşüncesi gibi konular söz konusu olduğunda, evrensel boyutta kavramsallaştırma eğilimindeyiz. Doğu ve Batı halkları arasında, özellikle biliş açısından ince, ölçülebilir, işlevsel olarak anlamlı farklılıkları mevcuttur. Bu farklılıklar sosyal düzende, kültürde, geleneklerde, algılama eğilimlerinde ve hatta dillerde görülmektedir.
The Geograhy of Thought
Farklı geçmişlerden gelen kültürlerin ve halkların birbirleriyle kaynaştığı, birbirleriyle dostluk kurduğu, ticari ve diğer işlevleri yerine getirdiği ve hatta evlendiği küreselleşmiş, son derece bütünleşmiş bir şekilde sınırsız bir dünyada yaşıyoruz! Bu durum, özellikle de sosyal medyanın ortaya çıkışından önce yazılmış olan (The Geograhy of Thought) Düşüncenin Coğrafyası adlı kitabın yayınlanmasından bu yana daha da belirgin hale gelmiştir.
Konfüçyüs ve Aristoteles derin, eşsiz, ölçülemeyecek kadar etkili düşünür, kendi kültürlerinin algısal ve bilişsel alışkanlıklarının veya eğilimlerinin bir kısmını veya çoğunu bir dereceye kadar ifade ediyor ve/veya yeniden ortaya koymuşlardı. Onlar felsefenin ve insan düşüncesinin hem ürünleri hem de üreticileriydiler ve bunların çoğu kendi zamanlarını yansıtıyordu. Daha sonraki medeniyet çağlarını ve insanları şekillendiren orijinal fikirlere atıfta bulunmak için doğrudan kaynak materyal olarak da kullanılmıştı.
Yunanlılar o zaman için alışılmadık bir şekilde bireysel, bireysellik ve kişisel eylemlilik duygusuna sahiptiler ve bununla gurur duyuyorlardı. Dahası, eski Yunanlılara özgü olarak, önemli devlet meseleleri genellikle yukarıdan aşağıya, otoriter irade yerine halkın referandumuyla karara bağlanırdı. Yunan zihninin bir başka özelliği de özellikle dünyadaki nesneler konusunda meraklarıydı.
Mezopotamya ve Mısırlılar gibi diğer birçok büyük antik uygarlık bu ve diğer alanlarda etkileyici keşifler yapmış olsa da yalnızca Yunanlılar, doğal dünyadaki gözlemlerinin bulgularını temel veya ilk ilkeler aracılığıyla açıklamayı amaçlamıştı.
Eski Yunanlılar için dünya durağan ve öngörülebilirdi. Özleri incelenebilen ve anlaşılabilen nesnelerle doluydu ve gerçekten de o dönemin insanları için, bunun yapılması gerektiğini söylerlerdi. Örneğin Aristoteles'e göre biçimlerin nitelikleri, biçimlerin kendilerinden farklı bir gerçekliğe sahipti. Bir masa sert bir nesnedir. Bundan bir soyutlama ya da nitelik vardır: sertlik. Bu 'sertlik' soyut bir niteliktir ve çeşitli biçimler tarafından paylaşılır: kılıç, kaya, boynuz. Bir nesnenin hangi özellikleri nesne değişmeden değişebilir? Burada, eski Çin filozofu için tüm bu sorgulamanın aptalca kabul edileceğini belirtmek şaşırtıcı olabilir.
Doğu'nun büyük filozofları için dünya paradokslarla dolu, şaşmaz bir akış halindeydi. Taoizm, Konfüçyüsçülük ve çok daha geç bir tarihten itibaren Budizm, Yunan düşüncesine karşı bu uygarlık antitezinin temelini oluşturur. İlk olarak, Taoizm bir tür mistik metafizik sunar: bu sabah bacağınızı kırdınız, ancak konsültasyon yeni geldi - bacağınızı kırmak iyi miydi? Ya ordu siz olmadan büyük, kahramanca bir savaş kazansaydı? Yine de şanslı bir mola mı? Taoist için kesinlik yoktur; tüm doğal dünya kaotik, kontrol edilemez bir akış halindedir. Konfüçyüsçüler için, 'Altın Oran’ı korumak, hiçbir şeyde aşırıya kaçmamak, 'Orta Yolu’ takip etmek başlıca hedefidir. Taoizm ve Konfüçyüsçülük’ün her ikisi de ilgi çekici gerçeklik kavramlarına, etik ilkelere ve iyi bir insan yaşamını neyin oluşturduğuna dair içgörülere sahiptir. Sıkı bir şekilde ortak olan bir yönleri, her ikisinin de gerçeği bulmaktan ziyade 'Tao'yu ya da dünyada yaşamanın yolunu bulmakla ilgilenmeleridir.
Eski Çin'de her insan her şeyden önce bir kolektifin, daha büyük bir grup insanın üyesiydi. Yunanlılardan farklı olarak birey, kimliğini ve anlamını zaman ve ortamlar ötesine taşıyan eksiksiz, kendi kendine yeten bir kişilik değildi. Aile bu tür bir yapıya daha yakındı, klan ise daha da yakın. Ailevi akrabalarla uyum ve barışçıl ilişkiler iyi yaşamdı, anılmalı ve kutlanmalıydı. Tartışmayı ve özellikle de kamusal söylemi ya da retoriği küçümserlerdi. Onlara göre, Yunanlıların çok sevdiği bireysel eylemlilik en iyi kolektif olarak, ailesel, uyumlu bir grup olarak gerçekleştirilebilirdi. Doğal dünya ile ilişkileri açısından Çinliler teknolojik olarak Yunanlılardan daha ileriydiler: sulama, derin sondaj, manyetik pusula, sayısal haritacılık ve daha fazlası.
Batı'nın büyük bir kısmının felsefi temellerini antik Yunan düşüncesine borçlu olduğunu söylemek tartışmalı değildir. Benzer bir durum, kökleri antik Çin'e dayanan Doğu için de geçerlidir. Bu farklı jeopolitik bölgelerin her ikisi de binlerce yıllık bir mirasa ve geleneğe sahipti. Bu felsefi başarıların, nesiller boyunca, çeşitli sosyal yapılarda, yasalarda, geleneklerde ve bu kadim felsefelerin mirasçılarının inanç mimarisinde büyük ve çok çeşitli etkileri olduğunu söylemek de tartışmalı değildir. Ancak tartışmalı olabilecek husus, bu iki neredeyse eşit derecede eski, kabaca eşit derecede etkili geleneğin, modern yirmi birinci yüzyılda, her bir geleneğin en modern mirasçılarını birbirinden oldukça farklı kılan sosyal özelliklerde bir etkiye sahip olmasıdır.
Hukuku örnek olarak ele aldığımızda şunu görebiliriz. ABD'de Japonya'ya kıyasla kırk kat daha fazla avukat vardır. Dahası, bu avukatların mesleklerini icra etme yöntemleri ve protokolleri de önemli ölçüde farklılık göstermektedir. ABD'li avukatlar, çatışmaları net kazananlar ve kaybedenler açısından, teorik olarak tüm bireylere eşit şekilde uygulanan adalet fikrinin sistem temelli bir uygulaması olan hukukun üstünlüğü altında çözmeyi amaçlamaktadır. Japonya'da, diğer Doğu Asya ülkelerinden farklı olarak, durum böyle değildir. Burada avukatlar daha çok arabulucu ya da müzakereci olarak görülmekte ve işlev görmektedir; ihtilafı azaltmak ve ihtilaflı taraflar arasında uyum yaratmak üzere görevlendirilmiş ve yönlendirilmişlerdir. Bazen bu anlaşmazlıklar batılıların insan hakları ihlali olarak adlandırdığı sınırların ötesine geçmektedir.
Batı'da, genel olarak, toplumlarımızın kendi kendine yeten, özgür bireylerden oluştuğu kabul edilir. Bu bireyler daha sonra diğer bireylerle ve devletlerle ve/veya şirketlerle sosyal sözleşmeler yaparlar. Teorik olarak, bu toplum içerisinde faaliyet gösteren her bir birey eşit haklara sahiptir. Bir birey, devlet ya da tüzel kişilik herhangi bir bireyin haklarını ihlal ettiğinde, batı sosyal oyununa göre, tabiri caizse, kurallar çiğnenmiş olur. Ancak doğuda, binlerce yıldır kökten farklı bir birey anlayışı daha yaygındır. Aslında, bireyden ziyade büyük toplum, bireyselliğin, bütünlüğün niteliklerini taşıyor gibi görünmektedir.
"Modern Batılılar,
eski Yunanlılar gibi dünyayı analitik, atomistik terimlerle; nesneleri ayrık ve
çevrelerinden ayrı olarak görürler; olayları, doğrusal bir şekilde hareket
ediyor olarak görüp, öyle olmasalar bile kendilerini olayların kontrolünde
hissederler.
Japon öğrenci Taka Masuda, üniversitede oynanan bir futbol maçında öğrenci arkadaşlarının önünde ayağa kalkarak maçı izlemesini engellemesi üzerine bir kültür şoku yaşar. Bu davranışı inanılmaz derecede kaba bulmuştur. Çünkü Japon kültüründe çok erken yaşlardan itibaren 'gözlerin başın arkasında' olması öğretilir. Yani, sinsi saldırılarla meşgul olmak değil; etrafındakilerin istek ve endişelerinin farkında olmak ve bunlara uyum sağlamak için hazırlıklı olmak.
Asyalılar çevreye Batılılardan daha fazla dikkat etme eğilimindedir. Batılıların daha dar, nesne odaklı görüşüne kıyasla, onlar olayları geniş açılı bir mercekten görme eğilimindedirler. Batılılar bir soruna yönelirken arka plandaki yönelim ve uyarıcılardan daha az etkilenirler; Asyalılar ise bağlam ya da arka plan değiştiğinde algıları etkilenme eğilimindedir. Batılılar gerçeklik algılarını kendi öz perspektiflerinden yönlendirirler; Asyalılar için, ilgi odağı olsalar bile, bu dışarıdan, izleyenlerin perspektifinden kendilerine doğrudur.
"Eski Çin
felsefesinde atın beyazlığı ya da karın beyazlığı vardır, ancak hemen hemen her
şeye uygulanabilen soyut, ayrılabilir bir kavram olarak beyazlık yoktur."
Genel anlamda, dünya düzeninin jeopolitik geleceğine ilişkin tahminlerin bölünebileceği iki genel kamp vardır. Bunlardan ilki, tarihin sona erdiğini, kapitalizm ve demokrasinin kazandığını ve yavaş yavaş Batı serbest piyasa neoliberal kapitalizminin varsayılan ayar olarak hüküm süreceği, giderek daha uyumlu, karşılıklı kapsayıcı bir dünyaya yakınlaşacağımızı iddia eden siyaset bilimci Francis Fukuyama ile aynı çizgide olanlardır; Diğeri ise Samuel Huntington'ın geleceğin farklı olduğunu, kapitalizm ekonomi politikası ve jeopolitik düşünce açısından varsayılan ayarı devralmış olsa da, örneğin modern Japonlar gibi bir halkın, sosyal ilkeleri ve özlemlerinin özünde modern Amerikalılardan 100 yıl kadar önce olduklarından hala farklı olduklarını ve hiçbir kot pantolon, Netflix ve Pepsi içmenin bunu değiştiremeyeceğini savunan görüşüdür. Huntington, Batılı zihinlerin sanayileşme, artan zenginlik ve sosyal hareketlilik, daha fazla okuryazarlık ve şehirleşmeyi Batılılaşma ile bir tutma eğiliminde olduğuna işaret ediyor. Ancak Çin, Japonya ve hatta Güney Kore gibi yerlerde, açıkça gelişmiş olan bu yerlerin halklarının değerlerinin batılı zihinlerin değerlerini yansıttığı hiç de açık değildir. Bu nedenle Huntington'a göre gelecekte küresel eğilim, Fukuyama'nın gördüğü gibi yakınlaşmadan ziyade uzaklaşmaya doğru olacaktır.
Sosyal yapılar, gelenekler ve görenekler, içinde yaşayanların ve onları kullananların bilişsel süreçlerini engellemez, etkilemez ve motive etmezlerse hiçbir işe yaramazlar. Doğu ve Batı arasındaki sosyokültürel uçurumun faydalı bir zıtlık ve derinlemesine betimlemesi olarak hizmet eder: algı, kişiler arası önceliklendirme eğilimleri ve genel olarak bilişteki çeşitli ince ve bariz farklılıkları göstermek içindir.
Dominic Timothy
Düşüncenin Coğrafyası (The Geograhy of Thought) adlı kitap üzerine.
Asya
dilbilimleri yardımcı doçenti.
Geçenlerde birisi sormuştu; “Biz batılı mıyız, yoksa doğulu mu?” diye. Aldığım eğitim, okuduklarım, gezip gördüklerim, yaşadıklarım ve üzerinde düşündüklerimi de hesaba katarak şunu çok açık ve net bir şekilde söyleyebilirim.
Biz Türkler, MÖ 9500 yıllarında Anadolu’da idik. Aristotales (MÖ 384-322) ve Konfüçyüs’ün (MÖ551-479) ise Milattan önce 1.ci yy. da yaşadıkları sanılıyor. Yani biz onlardan 8 asır önce bu topraklarda idik ve onların felsefelerini yakinen biliyoruz. Yeri geldiğince Latince bir deyiş, yeri geldiğinde Tao’dan Konfüçyüs’e bir söz, yeri geldiğinde de Yunus’tan Mevlana’ya bir deyişi birbirimize hatırlatıyoruz. Anadolu bu nedenle çok önemli. Kültürlerin kesiştiği, harmanlandığı ve can bulduğu topraklar burası.
Bu soruyu illa da yanıtlamak gerekirse verilecek tek bir yanıt var;
Sana bağlı kardeşim. Bu topraklar, dünyanın hiçbir bölgesine nasip olmamış bir kültür hazinesi. Doğu ile Batının kesiştiği, bu kültür birikimi yetmezmişçesine kendi kültürünü de oluşturmuş bir hazine.
Ben, aklımı kullanarak göğsümü gere gere Anadolu Türk’üyüm diyorum.
Gerisi sana kalmış.
231225