Ekonomi
ve Zeka
Türkiye ile AB arasındaki ilişki uzun bir geçmişe sahiptir. AB'nin bir parçası olmak Türkiye için önemli konulardan birisidir. Türkiye 1963 yılından bu yana Ankara Anlaşması olarak adlandırılan Ortaklık Anlaşması ile AB düzenlemelerini benimsemeye çalışıyor.
Avrupalılaşma, genel olarak Avrupa düzeyinde kurumsallaşma olarak açıklanmaktadır. Thomas Risse, Maria Green Cowles ve James Caporaso, Avrupalılaşmayı “Avrupa düzeyinde farklı yönetim yapısının ortaya çıkışı ve gelişimi” olarak netleştirdiler. Daha sonra bilim adamları, Avrupalılaşmanın ulusal düzeydeki etkilerine göre terimi genellemeye başladılar. Örneğin, Olsen (1995), Andersen ve Eliassen (1993), Romentsch ve Wessels (1996), AB faaliyetlerinin üye devletlerin ulusal siyasi kurumları ve politika oluşturma tarzları üzerindeki etkilerinin ne olduğunu analiz etti. Ayrıca Haverland (1999) ve Duina (1999), Avrupa düzenlemeleri ve kurallarının yerel uygulamasını araştırdı. Robert Ladrech'e göre, “Fransa örneğinde, Avrupalılaşma siyasetin yönünü ve şeklini yeniden yönlendirmek için aşamalı bir süreçtir. Ulusal siyasetin ve politika oluşturmanın örgütsel mantığında AB siyasi ve ekonomik boyutlarına ulaşmak vardır”. Yurt içi uygulamaların AB ile uyumlu hale getirilmesinin gerçekçi bir beklenti olmadığını, Avrupalılaşmanın bir parçası olduğunu öne sürmüşlerdi.
Avrupalılaşmaya katılım, iki faktörle belirlenir; uyumsuzluk ve üyelik koşulluluğu. AB, sınırlı bir mali destek sunmaktadır. Aynı zamanda, yüksek politika ve kurumsal uyumsuzluk, Avrupa Birliği'nin yüksek beklentileri ile devletin yetersiz kaynakları arasındaki uyumsuzlukla birleştirince; durum yurtiçi değişikliklerin azalmasına neden olur. Uyumsuzluk ve koşullu teşvikler, katılım sürecinde AB'nin baskıya uyum sürecinde birleştirilmiştir. Mali ve teknik desteklerle, AB tarafından aday ülkelerdeki elitlerin iç değişimi gerçekleştirmeleri sağlanmaktadır.
AB üyeliğinin Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi süreci Avrupalılaşma süreci ile bağlantılıdır. AB standartları aday ülke tarafından reformlarla bağlantılı birçok yerel değişiklik yoluyla kabul edilirse, AB'nin üye devleti haline gelebilir.
Türkiye-AB ilişkileri farklı aşamalardan geçti. Bu bağlamda, AET/AB'nin amacı, mali iş birliğini yoğunlaştırmayı ve siyasi diyaloğu güçlendirmeyi içeren gümrük birliği yoluyla Türkiye-AB bağlarını yoğunlaştırmaktı. Buna rağmen Türkiye, katılım sürecinin siyasi alanında başarılı olamadı.
Türkiye, Avrupa Topluluğuna ortak üyelik için başvuruda bulundu- her şeyden önce Avrupa Ekonomik Topluluğu üyesiydi. Türkiye’nin bu başvurudaki amacı esas olarak Batılılaşma sürecinin devamıydı.
Türkiye ile AET arasında ortaklık konusunda resmi müzakereler 29 Eylül 1959'da başlamıştı. Sonuç olarak “Ankara Anlaşması” adı verilen Ortaklık Anlaşması ortaya çıktı. Bu anlaşma, 1963 yılında imzalanmış ve 1 Aralık 1964'te yürürlüğe girmiştir.
Ankara Anlaşması'nın bir gümrük birliğinin kurulması yoluyla hedeflendiği ilerici bir ekonomik entegrasyonu vardı. Her iki taraftan üst düzey yetkililerin düzenli olarak bir araya geleceği Ortaklık Konseyi, Ortaklık Konseyi'nin çalışmalarını desteklemek için bir Ortaklık Komitesi ve ayrıca Avrupa Parlamentosu ve Türk parlamentosu üyelerinden oluşan bir Karma Parlamento Komisyonu vardı.
1983 yılında Turgut Özal hükümeti sivil bir hükümet olarak iktidara geldi ve siyasi ve ekonomik reformlar yapmaya başladı. Türkiye’de ki siyasi kısıtlamaları kaldırdı ve ordunun siyaset üzerindeki etkisini azaltma stratejisi izlemeye başladı. 1980'lere kadar Türkiye ekonomisi bir nevi kapalı ekonomiydi. 1960-1970'lerde Türk “ithal ikameci ekonomi politikası”nın aksine, Türk ekonomisini modernize etmek ve aynı zamanda Türk ekonomisini dünyaya açmak için daha sonra liberalizasyon programı uygulamaya konuldu. Ayrıca ticarette bankacılık ve vergilendirme gibi birçok reform yapıldı.
Askeri darbe sonrası tedrici ekonomik liberalleşme ve siyasi istikrarın ardından, Türk hükümeti 14 Nisan 1987'de AET'ye tam üyelik başvurusunda bulundu. Özal hükümetinin ekonomik yapısal reformları sürdürmek için dış ekonomik yardıma ihtiyacı vardı. 1980'lerde Türkiye ekonomisinde önemli yapısal değişimler yaşandı. İthal İkame Sanayileşme (ISI) politikalarının yerini ihracata yönelik politikalar aldı ve buna ekonomide kapsamlı bir liberalleşme eşlik etti. Ayrıca, ihracata dayalı kalkınma ekonomik modelini izleyen Türkiye'nin doğrudan yabancı yatırımlara ve yeni pazarlara erişime ihtiyacı vardı.
Lüksemburg Zirvesi'nde (12-13 Aralık) “Gündem 2000” ve genişleme süreci tartışıldı. Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Polonya, Slovenya ve Kıbrıs'tan oluşan birinci grupla üyelik müzakerelerinin Mart 1998'de, ikinci grupla ise Bulgaristan, Romanya, Letonya, Litvanya, ve Slovakya'nın ise zamana ihtiyacı vardı. Öte yandan Zirve'nin Türkiye için aldığı karar, Türkiye'nin ekonomik ve siyasi hükümlerinin AB'ye tam üyelik için yeterli olmadığı yönündeydi.
Helsinki Zirvesi'nden sonra AB'nin Türkiye'ye yönelik politikası bir öncekinden farklı oldu. Örnek vermek gerekirse, Türkiye'yi aday ülke olarak tanıdı ve bahsedildiği gibi Türkiye'ye katılım için gerekli kılavuzlara erişim imkanı ile Katılım Ortaklığı'nı sundu. Helsinki zirvesi, Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin yeniden kurulmasına katkıda bulundu.
Son olarak AB, 8 Mart 2001 tarihinde Konsey tarafından kabul edilen Katılım Ortaklığı belgesini yayınladı ve eş zamanlı olarak Türkiye, 19 Mart 2001 tarihinde kabul edilen Müktesebatın Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Programı yayınladı.
Özetle, AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri başlatacak ana metin olan Ankara Anlaşması'nın imzalanmasının üzerinden 50 yılı aşkın bir süre geçmişti. 1963 yılında imzalanan Ankara Ortaklık Anlaşması, Türkiye ekonomisinin ve ağırlıklı olarak AET ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini amaçlıyordu.
2002 ve 2005 yılları arasındaki reformlar, Türkiye Ekonomisinin Güçlendirilmesi olarak bilinen bir tampon dönemi işlevi gördü. Programın temel amacı, 2005 yılında uygulamaya konulacak resmi enflasyon hedeflemesi programına güçlü bir altyapı kazandırmaktı.
Türkiye'de mali sistemi dönüştürmek için kamu mali yönetimi üç kanunla yeniden düzenlendi. İlki 2003 yılında kabul edilen ve 2006 yılında yürürlüğe giren 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu'dur. Bu kanunla merkezi yönetim bütçesinin kapsamı genişletilmiş olup 33 kurum içeriyordu.
AKP hükümeti 2004 yılında IMF ile bir başka stand-by anlaşması daha imzalamıştı. Yatırımcılara bu şekilde Türkiye ekonomisinin liberalleşme sürecinin 2008 yılına kadar devam edeceğine dair güvence verdi. Hükümet, kamu harcamaları ve hizmetlerinde kesintiler içeren bazı yapısal reformları başlatmış ve uygulamıştı. Bunlar devlete ait işletmelerin özelleştirilmesini kapsıyordu.
Bu yıllarda devletin tamamen ayrıldığı sektörler: kağıt, süt, gübre, ormancılık, petrokimya, demir-çelik, tekstil, petrol arıtma ve dağıtımı, madencilik ve çimentoydu. Daha sonra şeker ve et üretimi, havayolu sanayi, telekomünikasyon, elektrik üretimi ve dağıtımı ve bankacılığı da kapsamına aldı Özelleştirme sürecinde Türk özel sektörü yabancı yatırımlara ve katılıma daha açık hale geldi.
AKP hükümeti, 2014 yerel seçimleri kampanyasında Türkiye ekonomisine yönelik amacının altını çizdi. 2023 yılına kadar ilk on ekonomiden biri olacaktı. Bu hedefe ulaşmak için altyapı iyileştirmeleri, sağlık, eğitim ve bilgi teknolojisi sektörlerini geliştirmek için yeni özel planlar oluşturulacaktı. Planların amacı, Türk şirketlerinin rekabet gücünü arttırmaktı. İşte bu andan sonra hükümet, Türkiye'nin bu hedeflere ulaşmak için hem iç ekonomiye hem de önemli miktarda doğrudan yabancı yatırıma ihtiyacı olduğunu fark etti.
Genel olarak AKP'nin ekonomik kavramına bakarsak, anlayışları Kemalistlerin ekonomik sisteminin tam tersiyken, kısmen Özal'ın reformlarından ilham alıyor gibiydi. Ekonomisinin liberalleşmesini, serbest piyasa kapitalizmini, devlet sektörünün hakim konumunun kaldırılmasını, bireysel girişimciliğe devlet desteğini, ihracata yönelik ekonominin güçlendirilmesini ve doğrudan yabancı yatırımlara açık olmayı içeriyordu.
AKP
Döneminde Türk Ekonomi Politikasının AB Boyutu
Yasemin
ARINIK
Siyaset ve Politika Bilimi
Yüksek Lisans Tezi- Varşova, Eylül 2018
University
of Warsaw, Institute of Political Science, Faculty of Political Science and International Studies.
Her gün birçok yazı, eleştiri okuyoruz, demeçler dinliyoruz. Birçok konuda mesleğimiz, ilgi alanımız ve hatta ilgimiz olmayan konularda bile karşımıza çıkıyorlar ve hatta TV kanallarında, her konunun uzmanı taklidini yapan “bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?” sorusunu bile sormaya değer bulmadığımız Dunning-Kruger Sendromlu kişilerin ahkamlarını da dinlemek zorunda bırakılan halkımız.
Ülkenin ekonomik geçmişinin çok kısa bir giriş özetini aldığım 103 sayfalık lisans tezinin bir bölümünü paylaşmamın asıl nedeni, Türkiye’nin ekonomik gelişimini çok güzel sıralı ve tarafsız yansıtıyor olması.
İçinde bulunduğumuz durum, yaşadığımız geçmiş ve tüm bu şartlarda yaptığımız tercihler sonucu başımızdan geçenler. Yok, hayır, gelecek değil konuşmak istediğim. Geçmişte yaptığımız ya da yapmadığımız tercihler.
1963 senesinde büyük bir atılım yapıp AB'nin bir parçası olmak için toplantıyı Türkiye’de yap ve yapılan şehir ile bu anlaşma anılsın, kurucu üyelerin başında sen ol ve hala Ankara Anlaşması’nın Ortaklık Şartlarını yerine çeşitli bahaneler ileri sürerek yerine getirme. Bu anlaşma yayınlandıktan sonra gerekli düzenlemeleri yapma, şartları yerine getirme ve büyük ortak fırsatını tep. Yetmedi, tepmeye de devam et. Geçmişte bu ve buna benzer örnekler o kadar çok ki, neden doğru teşhisleri koymayıp, gereken tedbirleri almadığımız konusunda akıl sır erdiremediğimiz birçok konu var.
Hele 2004 yılında IMF ile imzalanmış olan bir başka stand-by anlaşması vardı ki yatırımcılara Türkiye ekonomisinin liberalleşme sürecinin 2008 yılına kadar devam edeceğine dair güvence vermesiydi. Bu güvence devletin üretimden tamamen ayrıldığı kağıt, süt, gübre, ormancılık, petrokimya, demir-çelik, tekstil, petrol arıtma ve dağıtımı, madencilik ve çimento, daha sonra da şeker ve et üretimi, havayolu sanayi, telekomünikasyon, elektrik üretimi ve dağıtımı ve bankacılık idi.
Bugün kağıt fiyatını kontrol edemiyorsak SEKA’yı kapadığımızdan olmalı. Süt üretmiyor isek, hayvancılığı ortadan kaldırmaya söz vermiş olmamızdan. Hayvancılığı bitirdi isek, elbet gübremiz olmayacak ve dışarıdan dövizle alacağız. Et üretimini sıfırlayınca hepsi birbiri ardına sırayla yok olacak ve döviz ile et satın almak zorunda kalacağız ki şu an öyle. Şeker üretmek yerine onca şeker fabrikalarını kapatıp, ülkemizde üç yapay şeker fabrikasına kalış nedenimiz de bu zaten. Tekstili de kısıtlayınca, ortaya şu durum çıkıyor. Örtünmek için üzerinizdeki o tek yaprağı, tuvalet kağıdı olmadığı için kullanmak zorunda kalınca nasıl bir çözüm tercihinde bulunacaksınız? Neyse ki petrol, elektrik ve doğal gazı dışarıdan almak zorundayız. Bir zaman gelecek ki onu da alamayacak duruma düşünce o tek yaprak tercihimizin bizler karanlıkta kalınca bir önemi de kalmayacak.
If ignorance
is bliss, why aren't more people
happy?
Eğer cehalet mutluluksa, neden çoğunluk mutlu değil?
211227