Eğitim
ve Tarih
Zaman zaman çeşitli ortamlarda yayınlanan yazılarım için eleştiriler alıyorum. Bu eleştirilerin çoğunluğunda, anlamakta ya da inanmakta zorlandıkları konular için benden bazı açıklama isteyenler oluyor. Bir tek bu taleplere cevap vermiyorum. Nedeni ise basit. Bir eğitimci yol gösterir, öğretmez. Eğer öğrenmek istiyorsan sen kendin okuyup, araştırıp kendi fikir ve inancını oluşturacaksın. Yoksa ne ben senin şeyhinim ne de sen benim müridimsin.!
Eğitim üzerine yazarken bilimsel gelişmelerin yanı sıra tarihsel olayları da hatırlatmakta yarar gördüğüm için, yazılarımda tarihsel olaylara da sık sık yer verdim. Kısaca da olsa merak ve ilgi uyandırır da belki birileri araştırır diye.
Bu hafta yazılarıma yapılan bu tür açıklama taleplerine cevap olmasını dileyerek eski yazılarımdan bazı örnekleri sıraladım.
ÜÇ DİL
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
Bedri Rahmi EYUBOĞLU
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.
Dilin anlam zenginliği ve anlam derinliği gelişmedikçe o dil ile yapılan iş sayısı sınırlı kalacaktır.
Bu durumda, 200 kelime ile düşünen, 2000 kelime ile düşüneni anlamayacaktır.
Parafı şöyle bitirmek isterim: ‘Dilin kadar varsın.’ ”
Anooshirvan Miandji
Türk çocuğu, liseyi bitirdiğinde, ana dilinde 9000 sözcük duyarak, okuyarak, öğrenerek mezun oluyor.
Bir Finli çocuk 40.000, bir İngiliz 98.000, bir Alman 88.000, bir Fransız 82.000 sözcük duyarak, okuyarak, öğrenerek mezun oluyor.
Bilgiye önem veren yazılımlarda ise, her iptal "DEL" tuşu tetiklendiğinde, "Gerçekten silecek misin?" sorusu ile karşılaşırsınız. Yaşamda bu soruyu siz kendi kendinize sormayı öğrenmemiş ya da birisi size öğretmemiş ise, şimdi bu yetiyi edinmenin tam zamanıdır. Aklını kullananlar hariç.
Kullanmayanlar için ise en güzel örnek "Yunus 100";
“Allah pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”
http://www.servetbasol.com/Articles/Ucuyorum/APH-1742.htm
“1940’ta, kendi girişimimizle tank yaptık. Bunun sadece Ford motoru dışarıdan geldi. Dizaynı bizimkilerindir. Tipi kendimize mahsustur. Kamil, Necati filan yaptılar. Zırh levhası, topu, paleti, aktarma organları hepsi bizim üretimimizdir. Bu tank, 1946’da Cumhuriyet Bayramı töreninde geçti. Ancak, sipariş gelmedi ve bu tek tank olarak kaldı. 1940’ta ithal edilmiş olan tank motorunun yerine yerli motor da yapılabilecekti. Nitekim 20 yıl kadar sonra Devrim arabaları için yerli motor da yapıldı."
Selahattin Şanbaşoğlu
Uçaklarımız, gemilerimiz, yerli arabalarımız, yerli Jeep’imiz, yerli Tankımız bile var iken yok olduysa, hep bu hazıra konma alışkanlığındandır. Okumayı ve bilgiyi engelleyerek halkı idare etmenin daha kolay olacağı gerçeğinde yatar sanayileşmenin engellenmesi. (ABD’nin ben size veririm baskısı ayrı bir başlık).
Bandırma Füze Klübü’nden Kirkor Divarcı, Adana'nın Yağızlar Mahallesinde füze uçuran İrfan Mavruk, "Başımıza yeni icat çıkarma" denilen çocuklardan biriydiler.
1756’da Andrea
Cacich Miossich
düşünmeyenlere “uyuyun” diyor,
Halil Cibren “uyuyup sızlanma, üret diyor”du!. Bugüne gelmişiz, hala uyumaktayız.
https://www.servetbasol.com/Articles/Ucuyorum/APH-1838.htm
“Türkiye'nin en çok konuştuğu konulardan biri de yurtdışına gerçekleşen ve hızla artan beyin göçü. TÜİK verilerine göre 2017 yılında Türkiye'yi terk eden genç ve eğitimli insan sayısı 250 binin üzerinde.”
Eskiden yurt dışına ancak yüksek eğitim için gidilirdi ve gidenlerin daha dönmeden bir şirkette yerlerinin hazır olduğunu duyardık.
“Yani maddi memnuniyetsizlik yoktu, daha doğrusu asıl sebep o değildi. Şirketteki atmosfer de kötü değildi. Tam tersine şirket, bizim gibi insanların belli bir medeni seviyede ilişkide olduğu kurtarılmış bölge gibiydi. Ama kampüsten çıkıp metrobüse bindiğiniz anda ülkenin gerçeği ile yüzleşiyorsunuz. Dışarıda gördüğünüz muameleler, insan ilişkileri tam bir şok yaşıyorsunuz."
Para kazanmak bir gayret gerektiriyor, bir çaba ve hatta bazen bir yarış. Harcamak ise, temel gereksinimler ile bağlantılı. Lisede gazete satın almaya başlamıştık kendimize. Eve alınan gazeteyi beğenmiyorduk. Kitap almak için büyük bir bütçe ayırmıştık gelirimize oranla. Hiçbir tiyatro eserini kaçırmamaya, söyleşilerde bulunmaya, sergileri gezmeye, Cumartesi Konserlerinde CSO’da yerimizi rahmetli İnönü’den önce almaya dikkat eder, Büyük Tiyatro’da verilen prömiyer ve galalara smokin giyerek giderdik. Bunları gösteriş olsun diye değil, “paylaşmak” kavramının verdiği huzuru tatmak ve ruhumuzu doyurmak için seve seve yapar koşa koşa giderdik. Sanat ile yaşar, sanatçı olmaya gayret ederdik.
"Son 10 senedir devamlı eğitimli insanlar gelmeye başlamış. Özellikle bu son 4-5 yıldır gelenlere 'White Turk' yani Beyaz Türk diyorlar, onları eğitimsiz Türklerden ayırmak için bu tabiri burada kullanıyorlar."
Seneler boyunca yurt dışında bana hep sordular hangi millettensin diye. Alman’a Alman, Fransız’a Fransız, İtalyan’a İtalyan dediler de bana Türk diyen hiç çıkmamıştı. Hatta Türk olduğumu söyleyince “kandırma bizi” diyen de çok olmuştu. 1950’nin sonları ve 60’larda gönderilen Türk işçimizin oralarda kendi başına sahipsiz bırakılması sonucu oluşan Türk İşçisi görüntüsü çok uzun süre boyunca öyle kaldı.
"Akademisyenlerin ve öğrencilerin hapsedildiği, üniversite kültürünün anlaşılmadığı, yabancı dil eğitiminin gerekli bulunmadığı ve evrim konusunda bildiri sunmanın, eğitim ve araştırmaların yasaklandığı bir ortamda istenildiği kadar teşvik verilsin, liyakat sorunu varken insanlar gitmeye devam edeceklerdir."
-Sertaç Aktan’ın ‘Türkiye'de profesörlük mü yurt dışında garsonluk mu?’ yazısından alıntılar.
http://www.servetbasol.com/Articles/Ucuyorum/APH-1848.htm
İlk Konstantiniye Gözlemevi’nin kurucusu Takiyüddin Şam’da doğmuş̧ (1526-1585), Mısır’a gitmiş̧, daha sonra da Konstantiniye’ye gelmiş̧ ve Müneccimbaşılığa (baş astrolog) atanmıştır. Takîyüddîn Kitâbu Nûr-i Hadakati’l-Ebsâr ve Nûr-i Hadîkati’l-Enzâr, 1574 (Göz ve Bakış Bahçelerinin Işığı Üzerine Kitap) adlı eserinde uzaktaki nesneleri yakınlaştıran optik bir aletin tanımı yapar.
“Ben uzakta bulunmaları nedeniyle görülemez (gözden gizlenmiş olan) eşyayı en ince ayrıntılarıyla gösterebilen ve ortalama uzaklıkta bulunan gemilerin yelkenlerini bir ucundan tek bir gözle baktığımızda görebileceğimiz ve (daha önce) Yunanlı bilginlerin yapıp, İskenderiye Kulesi’ne yerleştirmiş olduklarına benzer bir billur (mercek) yaptım.”
22 Ocak 1580'de padişah III. Murat'ın daha üç yıl önce kendi kurdurttuğu gözlemevini “meleklerin bacaklarına bakıyorlar” dedikodularına bir son vermek için yine III. Murat'ın emri ile Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa'nın gemilerinden yağdırılan toplarla yıktırmasından sonra Osmanlı gökbilim konusunda (da) yüzyıllar sürecek bir karanlık çağa gömüldü.
“Öğretim üyesi arkadaşlarımız iyilerdi hoşlardı, ama çoğunun bilime dair öyle bariz bilgileri yoktu. Asıl hedefleri işte profesör olmak, dekan olmak, senatoya girmek, rektör olmak gibi şeylerdi. Yani bilim peşinde değil, rütbe peşinde koşmak. Halbuki Üniversite bilim yapmaya müsait haldeydi. Witt geldi, Blaschke geldi, Hasse geldi, daha pek çok insanlar gelip gittiler. Bunlar her geldiklerinde seminerler verirlerdi. Ben ise arkadaşlarımı yalvar yakar götürebiliyordum bu konferanslara, o kadar ilgisizlerdi yani. O yüzden, sıkılmaya başlamıştım epeydir; ‘artık bu işi bırakmanın zamanıdır’ dedim.”
Cahit ARF. 1962
4 Şubat 1994'te Fransa'dan Commandeur des Palmes Academiques ödülü almış bir bilim insanımızın bu gözlemi, daha o zamanlarda olan gelişmemizi özetlemekte.
http://www.servetbasol.com/Articles/Ucuyorum/APH-1907.htm
Eğitim denince, bilimsel olmayan ve ne kadar ayağı yere basmayan bilgi var ise çocuklarımızın kafasını onunla dolduruyoruz. Edebiyat, felsefe ve mantık eğitimi görmeyince de kişilikleri oluşmamış insancıklar yetiştiriyoruz yeteneğine bakmadan.
Şimdi bakın, normal koşullarda, çocuklar doğduğunda %5'i, "üstün nitelikli" doğarlar.
Sizin burada hiçbir şey yapmanıza gerek yok. Onlar “üstün niteliklidirler”.
Biz ise o %5'i alıyoruz, 12 yıl eğitiyoruz ve bu oranı %2.2'lere kadar düşürüyoruz.
Bizim en büyük sıkıntımız bu.
Köy enstitülerinin duvarında;
“Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz” yazıyordu.
Japon okullarında öğrenciler 4. Sınıfa kadar asla sınava girmezler. Amaç, çocuğun bilgisini ölçmekten çok o çocuğa iyi bir ahlak ve sağlam bir karakter edindirmektir. Japonya’da öğretmenler bilgiden önce ahlaklı olmayı öğretirler. Okulun ilk üç yılında Japon çocuklara insanlara saygı duymaları ve hayvanlara ve doğaya karşı nazik olmaları öğretiliyor. Çok genç yaşta cömert, şefkatli ve empatik olmayı da öğrenirler. Bu dönemlerde öğretilen diğer beceriler metanet, özdenetim ve adalettir. Japon eğim sistemi, öğrencilerin kendi sınıflarını ve diğer okul alanlarını temizlemelerine izin vermenin, onlara birbirlerinin işlerini takdir etmeyi ve diğer insanların çalışmalarına nasıl saygı duyacaklarını öğrenmeyi öğrettiğine inanıyor.
http://www.servetbasol.com/Articles/Ucuyorum/APH-2047.htm
15 senedir yazıyorum. Aslında kendi mesleğim üzerine yazmak için başladım ama sonra şunu fark ettim. Benim severek ve isteyerek seçmiş olduğum havacılık için ilk ve temel şart İngilizce bilmek. Daha sonra da şunu fark ettim. İngilizce biliyorsan havacılık ile ilgili bir meslek dalı seçmek zorunda değilsin. Belçika’da Fransızcamı geliştirirken en çok andığım Fransızca hocam Mme.Janett idi. Hep kaytarırdım dersinden ve sınıf geçmek için Hugues Aufray’in Dis Moi Celine şarkısını gitar ile çalıp söylemiştim sınıfta. İşte bu anımı hatırlayınca “bir lisan bir insan” söylemi geldi aklıma. İngilizce biliyorum diye İtalya’ya tayin olunca da bu fırsatı kaçırmadım. Üç insan olmamıştım ama insan olmaya hala çalışmakta olduğumu fark ettim. Artık araştırıyor, üç, dört ve hatta beş lisanda araştırıyor ve öğrendiklerimi paylaşmaya çalışıyorum. Hazıra konmuyor, hala öğrenmek için araştırıyor ve okuyorum.
Okuyorum, araştırıyorum, anlamaya çalışıyorum, üzerinde düşünüyor, uyguluyor ve paylaşıyorum.
Zor oluyor ama değer diye düşünüyorum.
Zihninizi milyonlarca bilgi
ile doldurup yine de tamamen eğitimsiz olmak mümkündür.
Alec Bourne
210308