Anlamını
Bilmeden…
Teknoloji
gelişip yeni yeni buluşlar ortaya çıktıkça, bu buluşları tanımlama gereği
doğmuştur. Bu tür tanımlamalar eski Mısıra kadar gider. Sonraları bilimin “peak”, pardon yeni deyişle “pik” yaptığı dönemlerde eskiler
nasıl isim üretmişlerse örneklerle yeni tanımlar üretmeye devam etmişlerdir.
1400'lerde,
"doğal sodyum karbonat" (artık eskimiş bir anlam), Eski Fransız nitrumundan (13yy.), Latin nitrumundan,
muhtemelen Doğu kökenli olan Yunan nitro'sundan
(İbranice nether "soda karbonatı" ile
karşılaştırın; Mısırlılar için ntr) gelmektedir. İlk
olarak 1772'de İskoç doktor Daniel Rutherford tarafından keşfedilip ve izole
edilen, Fransız kimyager Jean Antoine Chaptal (1756-1832) tarafından 1790'da adı konan Nitrojen,
1794 de Yunan nitron "sodyum karbonat"
(bkz. nitro-) ve Latince-üretici (bkz. -generater) den gelmekte. Bunun daha önceki bir adı mefitik havaydı (1772) ve Lavoisier buna azot adını verdi
(bkz. Azo-). Dünya atmosferinin ağırlığının yaklaşık % 78'ini oluşturur. Antoine Lavoisier,
boğucu bir gaz olduğu için Yunanca theτικός'dan
"hayat yok" adını önerdi; "azot". Bu ad Fransızca,
İtalyanca, Rusça, Romence ve Türkçe gibi birçok dilde kullanılır hale geldi.
Böylece
Gaz Üreten anlamında Nitro Generatör,
kısaca Nitrogen diye anıldı.
GB-Oxy, FR – oxygène, I - L'ossigeno -
"keskin", "sivri uçlu", "asit" anlamına gelen bir
biçim.
Oksijen
1771'de İsveçli eczacı Carl Wilhelm Scheele
tarafından keşfedildi, ancak keşif hemen tanınmadı; 1772'de Uppsala'daki
İsveçli Carl Wilhelm Scheele tarafından ve 1774'te Châlons-en-Champagne'deki Pierre Bayen ve Wiltshire'daki Briton Joseph Priestley
tarafından bağımsız olarak keşfedilen oksijene adı, 1777'de Fransız Antoine Lavoisier'in eşi tarafından antik Yunan oxys ve genês
("jeneratör")'den - oksidasyon
ve asitlenme ye bağlanması nedeniyle verildi. Aynı yıl Scheele
onu havanın bir bileşeni olarak kabul etti. 1781'de Lavoisier, solunum ve yanma
fenomeni işlevini tespit etti.
Böylece
aşındırıcı üreten anlamında Oksi Generatör,
Oksijen olarak kullanılmaya başlandı.
GB –
hydro, FR – hydro, I – idro: Su, su gücü ile bağlantılı veya onu kullanarak
anlamını taşır.
Yunancadan
türetilmiş "su" anlamına gelen bu madde Hidrojen, atom numarası 1
olan ve H sembolü ile belirtilen kimyasal bir elementtir. Dünya'da bulunan
hidrojen neredeyse tamamen ¹H izotopundan oluşur; yaklaşık %
0.01 ²H'ye sahiptir. Bu iki izotop kararlıdır. Üçüncü, kararsız ³H
izotopu nükleer patlamalarda üretilir.
Böylece
su üreten anlamında olan Hidro Generatör,
artık Hidrojen diye bilinmektedir.
Sanayii
devriminden sonra verilen tüm isimler, Latin kökenli olmasa da,
işlev ifade eden türden de olabilir. “Chemin de fer “,
şerit şeklinde demir yolu anlamındadır. Şerit tanımlaması paralel giden iki
demirden dolayıdır.
Eski
Fransızca'da traïn veya trahin olarak yazılan "train"
terimi, sürüklemek fiilin kökenindeki "traïner"
fiilidir. Bu ilk kullanım, özellikle zemin yüzeyde (kızak), su veya suda
(yüzer, çekerken, çekerken) çeşitli trolling
sistemlerine karşılık gelir. Bizim deyişimizle de sıralı çekilen anlamındadır.
Daha
sonra kullanılan "Otomobil" terimi, Yunanca αὐτός
("kendi kendine") ön ekinin ve Latince mobilis
("mobil") son ekinin birleştirilmesinden kaynaklanan bir sıfattır.
Devinim bunun Türkçe karşılığıdır.
Daha
önceleri bazıları Arapça tayyare demiş olsa bile Fransızca avion
yerine uçak demiş olmamız, doğru kullandığımız sözcüklerin başında gelir.
Yanlış
kullanım ise sadece bize özgü değildir.
Chauffeur (ısıtıcı): Otomobillerin ortaya çıktığı 19. yüzyılın
sonlarına kadar uzanan bir terim. Bunlar daha sonra buhar modelleriydi. Arabayı
çalıştırmadan önce, arabanın sahibi veya çalışanlarından biri, odun kömürü
tepsisini motorun altına koyup onu ısıtır, demir genleşince motor daha kolay ve
çabuk çalışırdı. İşte bu tepsiyi hazırlayıp motorun altına koyana da ısıtıcı (chauffeur) denirdi. Yaklaşık yirmi dakika süren bir
operasyon. Daha sonra, “ısıtıcı” yolculuk sırasında da araçta kaldı, sürmek
için değil, kazanı kontrol etmek ve vites kollarını çalıştırmak için. İçten
yanmalı motor daha sonra buharlı motorun yerini aldı. “Sürücü” nün yerini alan
“ısıtıcı” gibi. Ehliyet için “permis de conduire” dense de Fransızlar sürücü (conduire)
yerine hala (chauffeur) ısıtıcı demeye devam
etmektedirler. Conducteur ise eski Fransızca
“önderlik eden, yönlendiren” anlamında olsa bile bizde Kondüktör, “sefere çıkan
bir trenin vagonlarının seyir öncesi ve seyir esnasındaki sorumlu amirliğini
yapan kişidir” diye tanımlanmakta.
İspanyolcadan
aldığımız “calle” dilimize cadde olarak doğru bir
anlamda giren sözcüklerdendir. İspanyolca kalle (calle) biraz yumuşatma ile cadde olarak hala kullanılmakta.
İtalyanca’dan dilimize girmiş olan depo ise, aslında “po”
sözcüğünden üretilir. Po, ambar demektir. Gümrüklerde giriş ve çıkış ambarları
bulunur. Çıkış ambarına (deporte) sözcüğünün
kısaltılmışı ile depo, giriş ambarına da (antre) antrepo diyoruz.
Hepimiz
Türkçe dersi okuduk. Ne öğrendik diye kendimizi zorladığımızda, sırf sınıf
geçmek için çabaladığımız, öğrenmeyip ezberlediğimiz ve ezberlediğimizi de
unuttuğumuz aklımıza gelir. Şimdilerde ise eğitilmedik ama öğretildik dahi
diyemiyoruz. Bunun acı örnekleri ile karşılaşmam üniversitede ders verirken
yaşadığım durumlardı. Öğrencimin ezberlemesini değil, öğrenmesini, yani benim
zorumla değil, kendinin isteyerek öğrenmesini hedeflememin bir nedeni vardı.
Biz
bunu zor yolla öğrenmiştik, onlar ise isteyerek öğrenmeliydiler.
Tarih
hocamız rahmetli sıfırcı Emine hanımefendi, bizi okuturken öğrencisinin
çocuklarını da okutmuş deneyimli aydın bir öğretmendi. Lise bitirmede klasik
sorularla karşılaşacağımızı sanarak Emin Oktay’ın Tarih Kitabı’ndan kopyalar hazırlardık.
Kopya hazırlamak özet çıkarma sanatıdır. Çoğunlukla ise yarar yanınızda okula
götürmediğinizde! Sene sonuna doğru yaptığı bir sınavı hiç unutmam. Rumların
Kıbrıs Türklerini ortaklık devletinden dışlama, Ada'da birlikte yaşama ve
Ada'yı birlikte yönetme mutabakatını terk ederek, idareyi ele geçirmeye
çalıştıkları 1960’lı yıllarının en önemli sorunu olmuştu. Tarih Hocamız Emine
Hanım’ın Lise bitirme sorusu şu idi; Kıbrıs’ı tarihimize girişinden alıp
günümüze kadar anlatınız! Tek bir soru. Venedik-Osmanlı Savaşı olarak da anılan
Kıbrıs Savaşı, 1570-1573 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik
Cumhuriyeti arasında geçen bu savaşla başlayan, 1925’de İngiliz Kolonisi olarak
ilan edilmesi, 1956’da Makarios’un sürülmesi, EOKA’nın ateşkesi, 1960’da Kıbrıs Anayasası’nın kabulü,
1962 Kanlı Noel, 1967’de durdurulan ya da yapılamayan çıkartma vs.. hepsi tarih idi ve biz bunların
çoğunu yaşamış ve hala da yaşıyorduk. Tarih öğretmenimiz bize şunu öğretmişti.
Geçmişini
bilmeden geleceğini kuramazsın.
Dilini
öğrenmeden kimliğini bulamazsın.
Halbuki
Türk denince akla ilk gelenler kahraman, mert, yiğit asker, bağımsızlığı seven,
misafirperver, geleneksel sanat, zanaat ile mutfağıdır. Türkçe okurken
bunlardan hiç bahsedilmedi. Edat, zarf, sıfat, yüklem örneklerinde Türk ve
Türkün hasletleri hiç anlatılmadı. Duvarlarda Ali Ata Bak, Emel Eve Gel, Yücel
Yazı Yaz, Pınar İp Al Çorap Ör vs.. ezberletildi.
Hepsi de emir kipiydi. Daha başından itaate alıştırmanın en uygun yolu ile eğitildi
Türk gençliği.
İşgal
günü İzmir’deki Hükümet Konağı balkonunda buluna bayrakları incelediğinizde Yunanistan,
Fransız, Amerikan ve İngiliz bayraklarını göreceksiniz. İzmir’i kim işgal etti
diye kime sorarsanız sorun size sadece Yunan diyecektir.
Çanakkale’de
kahramanlık bize, işgalcilik ise Avusturalya ve Yeni Zelanda’ya kalmıştır.
Fransa ve İngiltere sanki sembolik güç olarak orada bulunmuş gibidirler.
İstanbul’un
işgalini bile sorsanız kimse önemsemez, hatta iki defa işgal edildiğinden bile
habersizdir. İlki 1918’deki Mondros gereği bölgesel, ikincisi ise 1920’de
İngilizlerin İdareyi ele aldıkları işgal.
27 Aralık
1949 tarihinde imzalanan, Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu
kurulması hakkında anlaşma (Fulbright Anlaşması), gelecek
nesillerin kontrolü, yapısı ve eğitimsiz yetişmesi ile ABD ve İngiliz
isimlerini tarihimizde gizleyerek nesiller boyu bizi yönetmiş ve kendileri
hakkında kötü görünüm ve kanı oluşmasını engellemişlerdir.
Kimse
bu anlaşmadan haberdar değildir ve meşhur 1 ve 5. Maddelerinden de haberleri
yoktur. ABD ile Eğitim konusunda yapılan bu antlaşma Türk Milli Eğitimini ABD
denetimine bırakan süreci başlatmıştır. “Yeni Dünya Düzeni” politikalarının
bizim için öngördüğü “dinsel eğitim” ya da “eğitimin dinselleştirilmesi” bu
antlaşma ile büyük bir boyut ve ivme kazandı. Eğitim birliği “dini eğitimde
birliğe” kaydı. Eğitimin bu günkü hali ise sanırım herkes tarafından
bilinmektedir…
Yurt
dışına uçak bile satmış olan Türkiye’de, Atatürk’ün kurduğu “Milli” ne varsa
gelişimi engellenmiş, yok edilmiş, sonra da babalar gibi satmanın ve yok
etmenin erdemi anlatılmış, ABD ve İngiltere’nin gereksinimleri doğrultusunda
üretim yapılmasına özen gösterilmiş ve eğitimsiz kitlelere, fabrikasız ‘milli
üretim’ in reklamı yapılarak millet oyalanmıştır.
Eksik
olan öğrenim değil eğitimdir. Derin olan kuyu değil, ipin kısalığıdır.
Bu
devirde bir şey öğrenmek için okula gitmek gerekmiyor. Okul sadece eğitim için
gereklidir. Öğrenmek ile eğitilmek arasındaki fark da işte budur.
Eğer
Youtube’da “japan teaching respect and manners”
diye ararsanız buna benzer daha fazla eğitici video bulabilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=Jx9oE5KDFdo.
Bu
video, eğitim ile öğretimin farkını çok açık ve çarpıcı biçimde yansıtmakta.
Eğitmeden
öğretince, milli hasletler geri planda kalıyor ve kimlik oluşmuyor.
Bunun
böyle olmasını bizler istemiyoruz ama buna karar veren de biz değiliz.
Abusus
non tollit usum - Yanlış kullanım, düzgün kullanmayı engellemez.
Okuyun,
araştırın, anlayın, yapın ve başarın. Düzgünü ve doğruyu bulacaksınız.
201207