Karakterli Eğitim…
Binlerce kitap okumuş bir insan Mustafa
Kemal Atatürk....
Hem de öyle geçiştire geçiştire değil, önemli
bulduğu satırların altını çize çize, notlar ala ala okuyan bu
ilim, bilim sevdalısının çok sevdiği ve değerli bulduğu bir kitap var. Öyle
değerli buluyor ki bu kitabı; hemen Türkçe’ ye çevrilsin de askerî okullarda,
liselerde okutulsun, öğretmenler irdelesin istiyor.
Bu kitap, Grigory
Petrov’un ünlü “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı
kitabı.
Eski din adamı Petrov
bu kitabında İsveç Krallığı’nın hakimiyeti altında “Bataklıklar Ülkesi” olarak
adlandırılacak derecede geri bırakılmış, okuma yazması yok denecek kadar az
olan Finlandiya halkını anlatıyor.
Ulus olma bilincinden uzak, anadilini,
tarihini, inancını, şiirini yavaş yavaş yitirmiş, atalarından kopmuş bir
toplumu resmediyor Grigory Petrov.
Bir ülkeyi ulus yapan unsurlar bir araya
gelmedikçe de bataklıktan farkı kalmayan topraklarda yok olmanın işten
olmadığını anlatıyor.
İşte, tam da bu noktada hikayenin
kahramanlarından, din adamı ve filozof Snelman ve
onun arkadaşları geçiyor harekete.
“Tek kurtuluş eğitimdir” diye çıkıyor yola
Snelman ve "toplumun her kesiminin, topyekûn
kalkınma için hep birlikte ayağa kalkması gerekir" diyor.
Şehir şehir, köy köy gezerek köylü,
öğretmen, tüccar, esnaf, bankacı, futbolcu, bürokrat, ebeveyn herkesle hiç
yorulmadan konuşuyor.
Medeni, çağdaş, ezilmeyen, itilip kakılmayan
bir ülke olabilmek için herkesin üzerine düşen görevleri anlatıyor bir bir. Din adamlarına da bir çift sözü var tabii.
Tam da piskoposların bir araya gelip
önemli konuları tartışacağı gün, Snelman, hazırlanıp
gidiyor toplantıya.
Din adamları aralarında tartışacaklar o
gün, Halk neden dinden uzaklaşıyor? Neden dini duyguları ölüyor insanların? Din
adamlarına karşı saygısız ve ilgisiz tutumlarının sebebi nedir? Nasıl önüne
geçmek gerek bu durumun? ...diye soracaklar birbirlerine ve üzerine
düşünecekler.
O gün o toplantıya giden Snelman efsane bir konuşma yapıyor ve diyor ki:
"Yanlış anlamayın; sizi suçlamıyor ya
da kınamıyorum. Sonuçta sizler bizim aramıza gökten düşüp gelmediniz. Sizler
bizim vücudumuzdan, etimizden var oldunuz. İyi veya kötü, bizim aramızdan
çıktınız. Biz neysek siz de osunuz. Bu yüzden din adamlarını eleştirenlere
sormak istiyorum ben... Aranızda kaç dürüst tüccar var? Çevrenizde dürüst
aşçılar, vicdanlı taş ustaları, mimarlar ve demirciler görebiliyor musunuz?
Avukatlarınızın, milletvekillerinizin, gazetecilerinizin “ülkenin tuzu”
olduklarını söyleyebilir misiniz? Kendi içinizde namuslu bir çoban bile
bulamıyorsunuz, gerçek din adamları olmamasına neden şaşırıyorsunuz?” diye
soruyor.
Sonra da din adamlarına dönüyor ve şu
sözleri söylüyor onlara;
"Evet, halkımız kaba, sert, açgözlü
ve yalancıdır. Hiç kimseye ve hiçbir şeye saygı duymamakta, kimseye
güvenmemekte, her şeye ve herkese kuşkuyla yaklaşmaktadır. Böyle bir ortamda
dine yer olabilir mi? Ama bu halkın suçu mudur? Dinle ilgili gerçekleri
insanlara kim, nerde ve ne zaman anlattı? Size halkın tehlikeli bir manevi
hastalığa yakalandığını söylüyorum. Din, insanların diğer insanlarla, dünyayla
ve tarladaki ürünlerle bağı olduğu duygusudur. Böyle bir bağ yoksa, devlet,
toplum, aile ve hatta insanlık kendisi bile hayatta kalamaz. Bu devletin
varlığına karşı bir tehdittir. Manevi fakirliktir. Ahlaksızlık, kaba bencillik,
hırsızlık. Halkın içindeki tanrı yok olmakta, ölmektedir. Bundan daha korkunç
ne olabilir? Kendi vicdanınız, halkınız ve Tanrı önünde dürüst olmak
istiyorsanız, çevrenizde suçlu aramayın. Bilimi, felsefeyi ve aydınları
suçlamayın. Kendinizi suçlayın. Halkımızı kurtarın; onlara Tanrı’yı geri verin.
Ruh ve içerikten yoksun inanç formüllerini değil; Tanrı inancını telkin edin."
Bu son sözlerinden sonra büyük bir
sessizlik kaplıyor kiliseyi.
Belli ki söyleyecek söz bulamıyorlar ama
biri var aralarında; en yaşlı psikoposlardan, Snelman’ın öğretmeni…
Kollarını açıp sarılıyor sevgili
öğrencisine ve “Yaşlı öğretmenini sevindirdiğin için sana minnettarım. Tanrı
yardımcın olsun. Halkı ayağa kaldır, onu mükemmelliğe ulaştır! Teşekkür ederim.
Teşekkür ederim.” diyor yaşlı gözlerle.
Sanıyor ve hayal ediyorum ki; Atatürk bu
kitabı da altını çize çize okudu.
Bu cümleler onun ruhunda da coşku ve
fırtına yarattı.
Tıpkı Finlandiya’ da Snelmanlar
için söyledikleri gibi, o da hayatın bir mimarıydı ve “mükemmel insan”ı ortaya çıkartmanın zekadan, bilimden, hayatın
zevklerinden ve bütün bunlara tutkuyla bağlılık inancından yani Yaratandan
geçtiğini biliyordu. Okuduğu binlerce kitap ona bunu söylüyordu.
İşte bu bilgiyledir ki kendi tarihine,
kendi kültürüne ve diline sahip çıkıp nihayet ulus olmayı başarmış halkı ve
onların inançları arasındaki bağını güçlendirmek için uğraşıyor Atatürk.
Canından çok sevdiği yorgun milletinin, asırlarca boşta kalan sırtını köklerine
yaslıyor. Aşağılanmaktan bükülmüş boynunu, belini doğrultuyor. O, düşmanın
elinde un ufak olup dağılmaktan kurtardığı milletin vatanına, toprağına,
doğasına ve geleceğine olan inancını besliyor.
Tıpkı Snelman’ın
din adamlarına salık verdiği gibi…
Hafız Saadettin, Hafız Yaşar, Hafız Kemal
ve altı hafızdan daha Türkçe okumalarını istiyor Kuran-ı Kerim’i. "Türkçe yazılıp
okunmalı ki halkımız Allah’ın emirlerini tam olarak anlayabilsin ve ona göre de
hareket edebilsin.” diyor.
Çevriliyor kutsal kitap Türkçe’ye. Günlerce, haftalarca çalışıyor Atatürk ve din
alimleri Dolmabahçe’de ve nihayet ayetler, sureler, berraklaşan suda parlayan
pırlantalar gibi görünür ve anlaşılır hale geliyorlar.
1932 yılının Ramazan ayının mübarek Kadir
gecesinde, Ayasofya’da hafızlar, tekbir ve tehlil ile
birlikte okuyorlar mevlidi.
Tüm ülke, radyolarının başında
kilitlenmiş, huşû içinde dinlerken bu kutsal ibadeti, Dolmabahçe Sarayı’nın
duvarlarında yankılanıyor, Türkçe dualar...
Radyodan yükseliyor hafızların ulvî tınılı
sedaları.
Ata’nın gözlerindeki huzur ve mutluluk
gözyaşları, tıpkı Snelman’ın ülkesindeki gibi,
bataklıktan çıkmakta olan bir ulusun doğuşuna sevinmektedir.
O ulus ki artık Yaradan’ın istediği
mükemmel insana, yani "İnsan-ı Kâmil"e
erişmekteydi. Aklıyla, diliyle, kadim geçmişiyle, zekası
ve yeniden tanıştığı temiz inancıyla…
Son 20 yılda
neler oldu?
İnsan
Genomu Projesi tamamlandı,
Kişisel
ev bilgisayarlarının 1 gigahertz sınırını geçti,
Dünyanın
ilk 1 gigabayte SD kartı çıktı,
USB
flash sürücüleri disketlerin yerini aldı,
Sosyal
medya gelişimleri patladı,
Pluto
“cüce gezegen” statüsüne düşürüldü,
Sürücüsüz
araçlar yollara çıktı,
Büyük
Hadron Çarpıştırıcısı olay oldu,
Bilim
insanları beyinden doğrudan –göz tarafından görülen- görüntü almayı başardı,
3B
tarayıcılar tüketici pazarına girdi,
Dünyanın
ilk sentetik organ nakli gerçekleştirildi,
Mars
uzay aracı Curiosity göreve başladı,
Batı
dünyasında ilk gen terapisi gerçekleştirildi,
Çok
kullanımlı roketler uçuşta,
Drone
ile dağıtım, Üç boyutlu yazıcılarla üretilen protezler hizmetinizde, vs…
Bizler bu teknoloji ve buluşları
okuyup, anlayıp, geliştirmek için gerekli eğitimi verme konusunda cimri
davranıp, gençlerimizi bilimsel eğitimden uzak tutarak ülke eğitim sıralamalarında
daha da aşağı seviyelere yerleştik.
Çok övündüğümüz birkaç üniversitemizin
bilim konusunda gerilediğini sanmıyorum. Sıralamadaki düşüşlerini, öbür
üniversitelerin bilimdeki atılımları ile bizim üniversitelerimizi geçmiş
olduklarına veriyorum. Yani bırakın durmayı, bu üç üniversitemizdeki ilerleme
hızı bile onlara yetişmemize yetmiyor.
Zaten “eğitim düzeyi arttıkça oy
oranımız düşüyor”, her şeyi açıklıyor.
Ab hinc, ad astra per aspera.
200907