Eğitim ve tarihteki
yerimiz.1
Günümüzdeki
eğitim sistemi, akademik yetenek üzerine kuruludur. Kamu yararı hiç
düşünülmemiştir. Her şey, endüstrinin gereklerine bağlıdır. Bundan dolayı kamu
eğitimi ikiye bölünmüş durumdadır. Endüstriyel iş sahaları önceliklidir. Geriye
kalan sahalar ise desteklenmez. Müzisyen olma, resim mi yapmak istiyorsun,
vazgeç. Tiyatrocu mu olacaksın, aç kalırsın. Sanat seni geçindirmez, sporcu
olacaksan futbolcu ol.! gibi.
1.ci
dünya savaşından sonra öngörülen bu akademik eğitim sistemi, yaratıcılığı
öldürüp “başarı” ile özdeşleştirilmiş, bu sisteme uyan ülkemiz de işe alınacak
herkese önce “üniversite mezunu” şartı koymuştu. Yani üniversite, başarının
anahtarı olmuştu. Kimse yetenek, girişimcilik ve zeka istemiyordu. “Çamurdan olsun, üniversite mezunu olsun”
düşüncesi o günlerde işi kotarmakta idi.
UNESCO
önümüzdeki 25 sene içerisinde tüm dünyada, insanlık tarihinden bu yana
gelmiş-geçmiş tüm nüfustan daha fazla üniversite mezunu insan yetiştirmiş
olacağımızı hesaplamış. Şu anki durumumuza bakarsak, artık “üniversite mezunu”
olmak işe yaramıyor. BA yapmış olanlar bir kısıma, PhD yapmış olanlar diğer
kesime hitap ediyor. Yani akademik eğitim iflas etmiş durumda. 1444-Yöneticilik
Gençlerimizin
işsizlik sorununu şu iki temel kavram ile çözebiliriz;
Beceri
geliştirmek ve iş sahaları yaratmak.
Konuya
bir başka açıdan bakarsak eğitimde reform (yeniden düzenleme) 20-25 yıl önce
başladı. 2000 öncesi politikacılar, eğitimciler, aileler ve öğrenciler eğitim
sisteminin geliştirilmesi için dünya bu sistem nasıl işliyor diye birbirlerindi
örnek alarak işe başladılar.
Eğitimden
işgücüne geçiş zorlu ve çapraşık bir yoldur ve doğal olarak hedefe birçok
değişik yoldan varılabilir. Ama birçok gencin de bu yollarda kaybolduğunu da
biliyoruz.
Eğitimden
vazgeçme nedenleri çeşitlidir; örneğin araştırmalar gösterdi ki Türk genci (daha az olmakla birlikte Hint gençliği de)
yüksek eğitimin parasal getirisini sorgulamaktadır.
Böyle
bir sonuç bizleri çok şaşırttı, çünkü birçok araştırma, yüksek eğitimin parasal
dönüşünün var olduğunu gösterir. Ama Türk gençliği öyle görmüyor ise bu eğitim
yolunun ilk kavşağında ayrılacak demektir. Önlerindeki tabelada “İleride
Parasal Katkı Yok” yazmaktadır.
“Sıradanlığın
zaferi diye bir şeyden bahsediliyor, yurtdışında da bu böyle. Çok kötü. Neden
kötü? Bir kere üniversiteleri perişan etmiş durumda sıradanlığın zaferi.
Sıradanlık
ve paçozluk hakim olduğu zaman bütün değerlerinizi pazarın, piyasanın
kararlaştırmasına terk ediyorsunuz. Bu çok kötü.
Allame-i
cihan olsanız, pazarda karşılığınız yoksa hiç bir yere gelemiyorsunuz.
Müşterisi
olmayan bölüm için kapatma kararı alınıyor.
Ama
bu noktaya gelince bir kere dersleri seyreltmeye başlıyorsunuz, dersler
seyreltiliyor, standardı git gide düşürüyorsunuz, “Açtık mı?” “Açtık” bir
üniversite haline geliyor ve bundan çok sevindirik oluyorsunuz üniversite açtım
diyerekten. Sonunda, işinin ehli olmayan ama “ne iş olsa yaparım abi” tipolojisi
ortaya çıkıyor.” 1316-Sıradanlığın Zaferi
Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür;
günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi
soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi'ye sormaya niyet eder.
Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi'ye gönderir.
Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de
aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker?
Bir gün izmihlale (Arapça: Yıkım, çökme)
uğrar mı?
Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa ve
şaşırtıcıdır;
- Neme lazım be Sultanım!"
- İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş
açıklamasını yapar:
- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık
şayi olsa, işitenlerde “neme lazım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar
değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin,
yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da
taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır,
halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet
duygusu yok olur. Çöküş ve yıkılma de böylece mukadder (Arapça: Yazgıda var
olan) hale gelir. 1314-Oyunu Sürdürmek . .
Televizyon
izlerken birilerine bakıp da, “bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar
gelebilmiş” diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Ya da işyerinizde sizinle aynı veya
daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı
mı?..
Onlara
bakıp, “bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?” diye iç geçirdiniz
mi?
Justin
Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li, bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki
psikiyatri uzmanı 12 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:
“Cehalet,
gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.”
Ve
bunun üzerine bir araştırma başlatıldı.
Fizyolojik
ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara
ulaşıldı:
· Niteliksiz
insanlar, ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
· Niteliksiz
insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
· Niteliksiz
insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
· Eğer
nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar,
niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
“İşinde
çok iyi olduğuna” yürekten inanan yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını
övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan
hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine, her şeyin hakkı olduğunu düşünür!” 1214 - Dunning-Kruger Sendromu
Ayak
izine göre ayakkabıların sağ ve sol ayak için ayrı ayrı üretilmeleri ilk defa
1818 yılına rastlar. Yine de yaygınlaşmasının 1850 lerde Amerika Birleşik
Devletleri iç savaşı nedeniyle olduğunu biliyoruz. O tarihte ordunun bu
ayakkabıları sipariş ettiğini, askerlerin sağ ve sol ayak için üretilmiş
ayakkabı ile savaştıklarını da. Amerika Birleşik Devletleri 1851 senesinde sağ
ve sol için ayrı ayakkabı uygulamasını resmileştirmiştir.
Asıl
önemli olan, 1830’lara kadar, nerede ise on bin senedir, kimsenin böyle bir
ayakkabıya ihtiyaç duymaması. Asırlar boyunca kullanılan ayakkabılar, hem sağ
hem de sol ayak ile giyilebiliyordu. Birinin eskimesi, öbürünün de atılmasını
gerektirmiyordu. Avrupa’nın en zengin ve gösterişli dönemlerinde bile böyle bir
ayakkabı düzenine ihtiyaç duyulmamıştı.
Askerler
savaşa geleneksel ayakkabı düzeni ile gidiyor, tekini yolda düşürse ya da
savaşta kaybetse, bulduğu bir başka tek ile ihtiyacını giderebiliyordu. Sağ ya
da sol tek kavramı yoktu, çünkü gerekli değildi. Bu tür hem kullanışlı, hem de
pratik yarar sağlıyordu.
Bir
ayağın izdüşümünü çizip kalıbı ters çevirerek öbür ayağa uygulamak, karşımıza
“zenginlik belirtisi” olarak çıkar. İngiliz yazar George Orwell 1945 senesinde
yazacağı “Hayvan Çiftliği – Domuzlar Diktatoryası” kitabında ki söz ile
ölümsüzleşir; “Bütün hayvanlar eşittir Fakat bazı hayvanlar ötekilerden daha
fazla eşittirler”. 1211-Başarı versus Ceza
1927’deki
ilk sayıma göre nüfusun 13 milyon 648 bin 270 kişi olduğu açıklandı. Okuma-Yazma
bilen bu %10'un büyük bir kısmı azınlık ve zaten yabancı okullarda öğrendiği
Arap harfleri yanı sıra, Latin harfleri ile de okur-yazardı. Neden Harf
Devrimi
Şu
an, uçağı çok iyi bilen ve kullanan ama iletişimden hiç anlamayan bir gençlik
ile karşı karşıyayız. Türkçe bilgisi çok az, mesleki terimleri ve anlamlarını
sindirememiş bu Gençlik, kendilerini ifade etmede güçlük çekiyor. İçlerinde
bulundukları ortamı tespit edip bunu en azından yanındaki ile paylaşabilmesi ya
da doğru ifade edebilmesi, Hz.Mevlana’nın deyişi ile sınırlı olacaktır;
“Ne
kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır!”.
İsterseniz
bir deneyin. Alın size çok basit bir çeviri sorusu;
“The smallness of minute elements”.
Bu
çeviri için çok iyi Türkçe bilmeniz gerekir.
“Kazın
ayağı ise hiç de öyle değil!”.
Bu
çeviri için ise, çeviri yapacağınız dili çok iyi bilmeniz gerekecektir.
Bilmekten
vazgeçtim, kelime dağarcığınız çok fazla olsa bile, ifade yeteneğinizin de
ileri düzeyde olma şartı devreye girecektir.
Bilgisayar
başında evt, hyr, slm, mrb, a.e.o, ii, bn, cnm, 2moro, 2nite, 4ever, abt, afaik,
asl, vs..yazmak ile kendini ifade edebilmek arasındaki fark, iletişimin
aracısız yapılabilme başarısı ile orantılıdır. Bu da çok okumak, sonra da
karşılıklı çok yorum alışverişi ile sağlanır ancak.
Bu
birikime de “kültür” deniyor. 1339-CRM-AdilKultur-SMS
II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin halkını eğitimsizleştirme politikası
1948’deki Fulbright anlaşması ile Türkiye’de de uygulanmaya başlamıştı. Şu an
hala geçerli olan bu anlaşmanın vardığı noktayı görmekten de öte
yaşamaktasınız. Yakin Tarihi Bilmek
2013 senesinde gündeme getirdiğim “yeni nesil eğitim” çağrılarına kulak tıkayanların şimdi bu zamane eğitime muhtaç olduklarını anlamamaktaki ısrarları ilginç. Görüldü ki insan insana muhtaç. İnsan data’ya muhtaç, data da lisan bilir insana muhtaç çünkü evrensel. Kapınıza bırakılan ve uzaktan muayene yapmaya imkan veren bir kit dağıtıldığında vatandaş en azından bunu tanımalı, kullanabilecek eğitim seviyesinde olmalı ve bu araç ile ilgili soruları anlayabilip doğru cevaplar verebilmeli ki doğru teşhis konabilsin. Yine de ifade etmeliyim ki “Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum” diyen YÖK Denetleme Kurulu üyesi Prof. Dr. Adı lazım değil için bile bu cihazı düzgün kullanabileceğinden ümitli değilim.
“Yaşadıkça öğrenirsin” sözü sanırım şimdilerde tersine işliyor.
“Öğrendikçe yaşarsın!”. 1151-Eğitim zorunlu ama hala öğrenmeye gerek var
Sağlıcakla kalın…
200427