Planlı yaşam döngüsü..!

APH-1902.jpg

İster inanın ister inanmayın şu anda dünyanın bir yerinde yanan bir ampul var. Bu ampul 1901 yılından beri açık. Yani 2018 yılı itibariyle 117 yıldır yanıyor. Dolayısıyla “dünyanın en uzun süreli yanan ampulü” unvanıyla rekorlar kitabına da girmiş durumda.

Şu gazete ilanı 1925 yılına ait. Ampulün icadından 45 sene sonra üretilen bir ampulün ömrünün 1000 saat olduğu yazıyor. Yani o itfaiye istasyonuna 1925 yılında bu ampulü taksalardı 41 gün sonra patlardı. Hani teknoloji ilerlemiyor muydu? Niye yıllar geçmiş olmasına rağmen ampullerin ömrü kısaldı? Bu sorunun çok net bir cevabı var.

Planlı eskitme.

Bu bir endüstriyel tasarım konsepti. Ama bu kelimeler kulağa pek hoş gelmediği için “ürün yaşam döngüsü” deniyor! Bir ürün geliştirilirken onun tüm hayatı tasarlanıyor. Ve tabi ölümü de. Öyle bir ürün yapalım ki şu kadar kullanımdan, şu kadar aydan sonra işe yaramaz hale gelsin.

Kullandığınız cep telefonunun yeni bir modeli çıktığı zaman sizin eski modelin biraz yavaşlamaya başladığını, artık daha çok takıldığını hissettiniz mi hiç? Telefonunuz üretilirken ona biçilen ömrün sonuna geldiği için gerçekten yavaşlamaya başlıyor. Hatta geçen ay Apple bu konuda özür dilemek ve geri adım atmak zorunda kaldı. Çünkü iPhone 6’nın CPU’su ilk alındığında 1400 MHz hızında çalışırken 3 yıl geçtikten sonra 600 MHz’e düşürülüyormuş.

1940 yılında dünya bir başka önemli teknolojik icatla tanıştı: Naylon.

Dünyanın ilk sentetik tekstil ürünü! İlk icadından sonra nerelerde kullanılabilir diye araştırıldı. Çok geçmeden patlayan 2. Dünya Savaşı bu arayışa bir son verdi. Çünkü naylon çok dayanıklı bir malzemeydi. Askerlerin paraşütlerinde ve çadırlarında kullanılmaya başlandı. Bir de kadın çorabı üretiminde. O kadar sağlamdı ki bu naylon çoraplar, arabanızın bagajına koyup gerektiğinde çekme halatı olarak kullanabilirdiniz. Aynı naylon çorabı icat eden DuPont firması ilk zamanlar talepleri yetiştiremese de bir süre sonra pazarın doyduğunu görmeye başlayınca, naylonu icat eden mühendislerine bu kez de onu zayıflatmak için araştırma yaptırmaya başlamış. Ve giderek daha dayanıksız çoraplar piyasaya sürülmüş. İşte bunlar hep planlı eskitme.

Ampul patladı, çorabım kaçtı gibi deyimleri hayatımıza sokan şey planlı eskitme kavramı oldu. Ama bu kavramın doğuşundan çok daha önce yakılan bir ampul hala yanmaya devam ediyor ve biz de seyrediyoruz. İşin ilginç yanı ampul yanmaya devam ediyor ama o canlı yayını yapan kamera (webcam) ömrünü doldurduğu için iki kez yenilenmek zorunda kalmış. Sonuncu kameranın ömrü ne zaman dolup ölecek ve yenilenmek zorunda kalacak bilmiyoruz ama aynı zamanda parlak fikirleri sembolize eden o ampul yanmaya ve yandıkça bize planlı olarak eskitilen eşyalarımızı hatırlatmaya daha epeyce bir süre devam edecek gibi gözüküyor.

http://barisozcan.com/117-yildir-yanan-ampul/

 

Modern yaşam, medeni yaşam (Medine’den gelen bir kavram. Araplarda ilk şehirleşme Medine’de olduğu için Medine gibi anlamında Medeniyet diye kullanılmakta) yani şehirleşme, bizleri doğadan kopardı ve yapay bir yaşamın içerisine soktu.

Bilim, insanlık yayarına geliştirilirken, kullanım sahası da gelişti.

İnsanları yola sokmak, hizaya getirmek ve ortak davranışa yöneltmek için her tür bilimsel bulgu, üzerlerinde uygulandı.

Yabancı sözcükleri çok severiz. Nedeni ise anlamı ne olursa olsun üzerlerine yeni kavramları yapıştırmanın kolay oluşundandır. Elbet bu bizim yaratacağımız kavram olacak ve aslı ile uyum içerisinde olmayacak. Ancak o zaman rahatça istediğimiz kalıba sokabiliriz o sözcüğü.

Reklam, Latince reclamare, "itiraz etmek, hak talep etmek" anlamındadır. İngilizcede Verb. reclaim protesto, şikayet, itiraz, hakkı geri alma, geri kazanma anlamlarında kullanılır. Fransızca réclame, bir şeyi geniş yığınlara tanıtmak, her türlü tanıtım çabası anlamlarını da taşır. Bizde ise, reklam der geçeriz.!

Tüm bu bombardımanlar, içeriklerinde ürün ya da hizmet hakkında bilgi değil, yaşam özentileri ile dolu olarak bize ulaşır.

“İnsanların mantıklı karar verme yüzdeleri sadece %6.!”

Reklamlar, filimler, yazılı basın, vs.. hepsi etkiliyor beynimizi.

Beynimizin üst lobu 2 birim bilgi işleyebiliyorsa, alt lob, yani bilinçaltımız bunun 3,5-4 kat fazlasını işliyor biz farkında olmadan.

İstediğimiz kadar mantıklı karar veriyoruz diyelim, görülüyor ki, %94 oranında etkiledikleri beynimiz, onların bizim nasıl karar vermemizi istiyorlarsa o doğrultuda karar veriyoruz.

Yalanlarımız ortaya çıkmadıkça.

Demokrasi, Democracy (Greek: δημοκρατία, Dēmoskrátos “halkın kendi kendini idaresi” anlamındadır). Demokrasi bazen de "çoğunluğun idaresi" anlamında kullanılır.

Şehirde yaşayanları için düzenlenen kurallara da “demokrasi” denmiştir.

Bu şu anlama gelir. Köleler, çiftçiler, kadınlar, şehirde yaşamayan diğerleri demokrasi kapsam dışındadırlar. Seçmez, seçilemez yani oy kullanamazlar. Ancak ve ilk defa asırlar sonra 1906’da Finlandiya, bu kuralı kaldıran devlet olmuş ve demokrasiyi ayrım yapmadan tüm vatandaşlarına uygulamıştır.

“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”

Zumer-9,

“Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”

Platon - Eflatun - Aristokles

Halkın eğitimi için ne kadar uğraşmış olsak da, 1830’da başlayan bir mücadelenin 1949’da ABD ile imzalanan Fulbright anlaşması nedeniyle kaybedildiğini görmekteyiz. Eskiden Kongo diye bir ülke adı duymamış olan Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı ile bizler dalga geçerken (ABD’nin ülkeyi kolayca idare edebilmek için halkın eğitimsiz olması gerekir politikası) şimdi daha beter bir duruma düştüğümüzü görmek çok acı.

Sahi, n’oldu bize..!

Planlı yaşam döngüsü ile birlikte, halkı da bu döngüye dahil etmek, idareyi kolaylaştırmakta. Buna hiç kuşku duymuyorum. Zaten politikacılar da bunu itiraf etmekten çekinmiyorlar artık. Otomasyon ile yeni eğitim düzenine geçilmesi gerektiğini yazılarımda anlatmaya çalıştım.

Günümüzdeki eğitim sistemi, akademik yetenek üzerine kuruludur. Kamu yararı hiç düşünülmemiştir. Her şey, endüstrinin gereklerine bağlıdır. Bundan dolayı kamu eğitimi ikiye bölünmüş durumdadır. Endüstriyel iş sahaları önceliklidir. Geriye kalan sahalar ise desteklenmez. Müzisyen olma, resim mi yapmak istiyorsun, vazgeç. Tiyatrocu mu olacaksın, aç kalırsın. Sanat seni geçindirmez, sporcu olacaksan futbolcu ol.! gibi.

1.ci dünya savaşından sonra öngörülen bu akademik eğitim sistemi, yaratıcılığı öldürüp “başarı” ile özdeşleştirilmiş, bu sisteme uyan ülkemiz de işe alınacak herkese önce “üniversite mezunu” şartı koymuştu. Yani üniversite, başarının anahtarı olmuştu. Kimse yetenek, girişimcilik ve zeka istemiyordu. “Çamurdan olsun, üniversite mezunu olsun” düşüncesi o günlerde işi kotarmakta idi.

UNESCO önümüzdeki 30 sene içerisinde tüm dünyada, insanlık tarihinden bu yana gelmiş-geçmiş tüm nüfustan daha fazla üniversite mezunu insan yetiştirmiş olacağımızı hesaplamış. Şu anki durumumuza bakarsak, artık “üniversite mezunu” olmak işe yaramıyor. BA yapmış olanlar bir kısma, PhD yapmış olanlar diğer kesime hitap ediyor. Yani akademik eğitim iflas etmiş durumda. Ülkemizdeki “kaza” haberleri de onca eğitim görmüş insanlarımızın hangi seviyede olduklarını göstermekte.!

Yöneticilik

Geçmiş senelerdeki yazılarımdan yaptığım alıntılar ile içinde yaşadığımız ortama farkındalık katmak için çok çalıştım. Yine de devam edeceğim. Bunu sahile vuran denizyıldızlarına yardım gibi görün. Hatırlamayanlar için bu öyküyü yineleyelim;

Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sahile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve

- “Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz ?” diye sorar.

Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi,

- “Yaşamaları İçin” yanıtını verince, adama şaşkınlıkla:

- “İyi ama burada binlercesi var. Hepsini kurtarmanıza imkan yok. Sizin bunları geri atmanız neyi değiştirecek ki?” der.

Yerden bir denizyıldızını daha alıp denize atan adam;

-“Bak, onun için değişti.!” karşılığını verir.

www.servetbasol.com

190107