Tuğra

 

APH-1504-05.jpg

 

Tuğra Osmanlı sultanlarının göz alıcı kaligrafik nişan veya arması, bir çeşit imzasıdır. Aslı Oğuz lehçesinde "tuğrağ" olup, hükümdarın basılmış imzası demektir. Tuğra Türklere özgüdür. Tuğranın şekli kendine mahsustur. Ne herhangi bir şey tuğraya benzer, ne de tuğra herhangi bir şeye. Her tuğrada bir yandan alışılmış tuğra şeklini korumak, diğer yandan her sultanın künyesini bu şekille barıştırmak. Tuğra kelimesi Osmanlıdan önceye dayansa da ve yine tuğra benzerleri daha eski Türk devletlerinin belgelerinde kullanılsa da Osmanlı tuğralarının kendilerinden öncekilerle isim benzerliği dışında ortak yanı pek yoktur. İlk Osmanlı tuğrasının sahibi Orhan Gazi’nin tuğrasında yazılı Orhan ve Osman kelimelerinin yazılış şekli kendinden sonra gelen tuğraların iskeletini oluşturmuştur. 5 Aralık 1927 tarihinde çıkan TL, Latin harfleriyle ilk kez 1937 yılında basıldı. Bu bir Cumhuriyet altını. Ata olarak da bilinir. Çeyrek, yarım, Lira ve beşibiryerde olarak çeşitleri var. Bu altının ön yüzünde sevgili Ata’mızın bir profilden büstü ve arkasında da çok güzel bir kaligrafik örnek var. Cumhuriyet tarihinde belki en güzel örneklerden biri. İsterseniz ne yazdığını okumaya çalışın. Üst ve alt kısım olarak iki kelime yazılı, İşte size ilk ipucu!
Kelimeler Türkçe!

Bundan 6 sene önce onun bir eseri hakkında yazdığımda gördüm ki, çok az kişi Emin Bey’i tanıyor ve yaptıklarından hiç haberdar bile değiller. Bu hikayeye esas konu da Emin Barın yazımı bir eser. Sonra’dan bilinir oldu.

Kim bilir kaç defa gittiniz ama bundan 8 sene önce Atatürk’ün Gençliğe Hitabı’nı onun geliştirdiği bir fontla Anıtkabir’in duvarına yazdığını söylemiş ve o yazıyı gördüğünüzde, görselliğin yazıya kattığı etkileyiciliği fark edersiniz demiştim.

Boğaziçi Köprüsü’nün başına konulan “Maşallah” da onun eseridir. Barın’ın tasarımı Türk Alfabesi, insanda öğrenme duygusu yaratıyor. Özellikle kûfî ve celî dîvânî yazılarında yeni yorumlarla güzel eserler verdi. Serbest anlayışa dayanarak yaptığı çalışmalarla da dikkati çekti. İslamâbâd Kültür Merkezinin yazıları, Anıtkabirdeki yazıları, Yunus Emrenin mezar yazıları onun önemli eserlerindendir. Latin alfabesi kullanılarak üretilmiş sayısız diploma, berat ve aralarında Anıtkabir’in yazılarının da bulunduğu birçok yazıt Emin Barın’ın savunduklarını hayata geçirdiğinin belgesidir.

Köprü'de Avrupa Yakası'ndan Anadolu Yakası'na geçişte gişelere gelmeden sağ tarafta bulunan Karayolları binalarının önünde beyaz bir taş kimsenin dikkatini çekmiyor. Hatta belki de o bölgede çalışanların birçoğu bile bu taşın farkına varmıyor. Araçla geçerken sürekli gördüğümüz bu taşı; meraklılarının dışında kimse de bilmiyor. Yaklaşık 1,5 metre boyundaki bu beyaz taşın üzeri kazınarak yazılmış harfler bulunuyor. Bir hat sanatıyla yazılan bu yazı okunduğunda 'Maşallah' yazdığı görülüyor. Rahmetli Emin BARIN, yine Türkçe olarak bu “Maşaallah” kelimesini müthiş bir güzellikte taşa işlemiş.

Bu taş benim ilk dikkatimi çektiğinde, araştırdım ve şunu buldum. Köprü ilk açıldığı senelerde, ben Ortaköy ayağındaki asansör ile yukarı çıkmış ve de yürüyerek karşıya geçmiştim. Aynı şekilde rahmetli Koç’un Hanımı da geçmiş ve geçtikten sonra “Rahmi, bu çok güzel bir köprü, aman nazar değmeden bir ‘Maşallah’ yaptıralım” demiş. Koç, derhal ünlü hattat Emin BARIN’ı bulmuş ve sipariş etmiş. Sessiz sedasız da yerine konmuş. 1987 yılında ölen Emin Barın’ın 200’ü aşkın eseri vardır.

Medeniyet, arkanızda eser bırakırsanız yaşar ve sizi ifade eder. Sözgelimi herkes bir Atlantis sözü ediyor ama ortada kalıntı olmayınca efsane ya da hikaye olarak kalmaya mahkum. Yapılmışı korumak, sadece geleceğe yönelik değil, kimlik açısından da çok önemlidir. Sizi siz yapan geçmişinizdir. Siz, siz olursanız ancak geleceğinizi kurabilirsiniz. Medeniyetin bir parçası olmadan da siz, siz olamazsınız.

Belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları sınırlı değerlere Medeniyet denir.

Bu medeniyetlerin temel alınarak daha evrensel, sınır tanımaz şekle bürünmesine ise uygarlık denir.

Elbet bu her iki tanım da maddi ve manevi varlıkların, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamının eksiksiz katkıları ile oluşur.

Burada düşün, çok ayrı bir konumdadır.

“Adamın biri babadan yadigâr antik ipek bir halısı varmış. Satmaya karar vermiş. Ona göstermiş buna göstermiş, ama kimse talip olmamış. Sonunda zengin birini bulmuş ve ona götürmüş.

Zengin halıya bir bakmış ve sormuş, kaç para? Adam cevap vermiş 100 altın. Zengin tereddüt etmeden tamam demiş ve çıkartıp 100 altın vermiş.

Adam sevinmiş. O sırada zengin sormuş bu halının kaç para ettiğini biliyor musun? diye. Adam cevap vermiş “hayır bayım”. Zengin devam etmiş “en az 3000 altın eder”. Adam susmuş. Zengin sormuş, “niye 100 altına verdin?” Adam biraz düşünmüş ve cevap vermiş, “bayım bağışlayın ama benim bildiğim en büyük rakam 100!”

Şimdi aklıma Ludwig Wittgenstein geldi “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” demiş. Dilin anlam zenginliği ve anlam derinliği gelişmedikçe o dil ile yapılan iş sayısı sınırlı kalacaktır.

Konuşma dili 150-200 sözce/dakika ve okuma dili 200-250 sözce/ dakika iken, düşünme dili 1300-1800 sözce/dakika düzeyindedir. Bu yüzden yeterince sözcük, anlam, kavram ve düşünsel bağlantıya sahip olmayan zihin, kısır döngüde çıkmazları yaşayacaktır. Bu durumda, 200 sözce ile düşünen, 2000 sözce ile düşüneni anlamayacaktır!

Parafı şöyle bitirmek isterim:“Dilin kadar varsın.”

Anooshirvan Miandji”

Felsefe, sanat, bilim, düşün ve teknoloji, paylaşıldığı oranda vardır. Bilmeyene zarar vermez ama bilene, paylaşana ve anlayana mutluluk verir.

Elbet tüm bunlar birer eğitim işidir ve eğitim ailede başlar. Görgü, ailede başlayan eğitimin ifadesidir. Aile dışı öğrenmeye eğitim denir.

Geçmişe bakarak medeniyet ile uygarlık arasında git gel yaşamak, geleceğimizi kurmamıza engel olacaktır. Uygarlık, medeniyete ilave edilen zaman ötesi bir tuğladır. Bulunduğun zamanı aşmış her türlü eser ister yöresel, ister kültürel olsun, uygarlığı ifade eder. Zamana bağlı olmayan uygar eserler yaratmak için önce geçmişimizi tanımalı, anlamaya çalışmalı, eser bırakanların hangi şartlar altında bu eserleri yapıp, içinde bulundukları şartları araştırarak onlara gereken değeri vermemiz lazımdır.

Elimizdekini koruyamayan, desteklemeyen, hor gören ve başarıyı “cezasız bırakmayan” bir anlayıştan, her konuda zıtlıklarla yüz yüze gelen, ''Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar. –Namık Kemal'', “Fikirlerin çatışmasından, gerçek şimşeği doğar” sözüne gelmemiz için önce dilimizi iyi değil, çok iyi bilmemiz gerektiğini anlamalıyız.

Ağaçlar, algılayan birileri olduğu sürece vardırlar.

Ormanda bir ağaç devrilse, kimse duyar mı?

George Berkeley

Elbet bizim de buna benzer felsefi şaheserlerimiz vardır. Bunlara bir örnek;

Sağır, dilsiz ve kör ormanda yürüyorlarmış, sağır ölmüş, dilsiz, sağırın öldüğünü köre nasıl anlatır?

-anlatmasın niye anlatıyo ?

-kör sağırı görmemş ki anlatmasına gerek olsn

-alıştıra alıştıra anlatması lazım normalde

-ölen ölür kalan sağlar bizimdir!

Forum’dan alıntı.

Eskiden tartışılırdı; Sanat sanat için midir, yoksa halk için mi?

Gizli yanıt sorunun içindeydi.

Paylaşılmayan hiçbir şeyin önemi yoktur. Paylaşınca sanat doğar. Sanatın oluşması için ayrıca, içerisinde özel birçok vasfı barındırıyor olması da gerekir.

Emin Barın, bu değerlerimizden ancak birisidir.

Eski yazı ile de olsa, yazmış olduğu “Şimdi b.ku yedik” tabelası bile onu anmamıza neden olmuşsa, bırakın öbür eşsiz eserlerini, bu tabelayı hep gözümüzün önünde bir yere asmamız ve her an o yazıya bakmamız gerekir.!

Sanat, bilim, felsefe ve düşün dolu bir 2017 diliyorum.

www.servetbasol.com

170102