Tuğra
Tuğra Osmanlı
sultanlarının göz alıcı kaligrafik nişan veya arması, bir çeşit imzasıdır. Aslı
Oğuz lehçesinde "tuğrağ" olup, hükümdarın basılmış imzası demektir.
Tuğra Türklere özgüdür. Tuğranın şekli kendine mahsustur. Ne herhangi bir şey
tuğraya benzer, ne de tuğra herhangi bir şeye. Her tuğrada bir yandan alışılmış
tuğra şeklini korumak, diğer yandan her sultanın künyesini bu şekille
barıştırmak. Tuğra kelimesi Osmanlıdan önceye dayansa da ve yine tuğra
benzerleri daha eski Türk devletlerinin belgelerinde kullanılsa da Osmanlı
tuğralarının kendilerinden öncekilerle isim benzerliği dışında ortak yanı pek
yoktur. İlk Osmanlı tuğrasının sahibi Orhan Gazi’nin tuğrasında yazılı Orhan ve
Osman kelimelerinin yazılış şekli kendinden sonra gelen tuğraların iskeletini
oluşturmuştur. 5 Aralık 1927 tarihinde çıkan TL, Latin harfleriyle ilk kez 1937
yılında basıldı. Bu bir Cumhuriyet altını. Ata olarak da bilinir. Çeyrek,
yarım, Lira ve beşibiryerde olarak çeşitleri var. Bu altının ön yüzünde sevgili
Ata’mızın bir profilden büstü ve arkasında da çok güzel bir kaligrafik örnek
var. Cumhuriyet tarihinde belki en güzel örneklerden biri. İsterseniz ne
yazdığını okumaya çalışın. Üst ve alt kısım olarak iki kelime yazılı, İşte size
ilk ipucu!
Kelimeler
Türkçe!
Bundan 6 sene
önce onun bir eseri hakkında yazdığımda gördüm ki, çok az kişi Emin Bey’i
tanıyor ve yaptıklarından hiç haberdar bile değiller. Bu hikayeye esas konu da Emin
Barın yazımı bir eser. Sonra’dan bilinir oldu.
Kim bilir kaç
defa gittiniz ama bundan 8 sene önce Atatürk’ün Gençliğe Hitabı’nı onun
geliştirdiği bir fontla Anıtkabir’in duvarına yazdığını söylemiş ve o yazıyı gördüğünüzde,
görselliğin yazıya kattığı etkileyiciliği fark edersiniz demiştim.
Boğaziçi Köprüsü’nün
başına konulan “Maşallah” da onun eseridir. Barın’ın
tasarımı Türk Alfabesi, insanda öğrenme duygusu yaratıyor.
Özellikle kûfî ve celî dîvânî yazılarında yeni yorumlarla güzel eserler verdi.
Serbest anlayışa dayanarak yaptığı çalışmalarla da dikkati çekti. İslamâbâd
Kültür Merkezinin yazıları, Anıtkabirdeki yazıları, Yunus Emrenin mezar
yazıları onun önemli eserlerindendir. Latin alfabesi kullanılarak üretilmiş
sayısız diploma, berat ve aralarında Anıtkabir’in yazılarının da bulunduğu
birçok yazıt Emin Barın’ın savunduklarını hayata geçirdiğinin belgesidir.
Köprü'de Avrupa
Yakası'ndan Anadolu Yakası'na geçişte gişelere gelmeden sağ tarafta bulunan
Karayolları binalarının önünde beyaz bir taş kimsenin dikkatini çekmiyor. Hatta
belki de o bölgede çalışanların birçoğu bile bu taşın farkına varmıyor. Araçla
geçerken sürekli gördüğümüz bu taşı; meraklılarının dışında kimse de bilmiyor.
Yaklaşık 1,5 metre boyundaki bu beyaz taşın üzeri kazınarak yazılmış harfler
bulunuyor. Bir hat sanatıyla yazılan bu yazı okunduğunda 'Maşallah' yazdığı
görülüyor. Rahmetli Emin BARIN, yine Türkçe olarak bu “Maşaallah” kelimesini
müthiş bir güzellikte taşa işlemiş.
Bu taş benim ilk
dikkatimi çektiğinde, araştırdım ve şunu buldum. Köprü ilk açıldığı senelerde,
ben Ortaköy ayağındaki asansör ile yukarı çıkmış ve de yürüyerek karşıya
geçmiştim. Aynı şekilde rahmetli Koç’un Hanımı da geçmiş ve geçtikten sonra
“Rahmi, bu çok güzel bir köprü, aman nazar değmeden bir ‘Maşallah’ yaptıralım”
demiş. Koç, derhal ünlü hattat Emin BARIN’ı bulmuş ve sipariş etmiş. Sessiz
sedasız da yerine konmuş. 1987 yılında ölen Emin Barın’ın 200’ü aşkın eseri
vardır.
Medeniyet,
arkanızda eser bırakırsanız yaşar ve sizi ifade eder. Sözgelimi herkes bir
Atlantis sözü ediyor ama ortada kalıntı olmayınca efsane ya da hikaye olarak
kalmaya mahkum. Yapılmışı korumak, sadece geleceğe yönelik değil, kimlik
açısından da çok önemlidir. Sizi siz yapan geçmişinizdir. Siz, siz olursanız
ancak geleceğinizi kurabilirsiniz. Medeniyetin bir parçası olmadan da siz, siz
olamazsınız.
Belirli bir insan
topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir
zaman içinde ortaya koydukları sınırlı değerlere Medeniyet denir.
Bu medeniyetlerin
temel alınarak daha evrensel, sınır tanımaz şekle bürünmesine ise uygarlık
denir.
Elbet bu her iki
tanım da maddi ve manevi varlıkların, düşünce, sanat, bilim, teknoloji
ürünlerinin tamamının eksiksiz katkıları ile oluşur.
Burada düşün, çok
ayrı bir konumdadır.
“Adamın biri babadan yadigâr antik ipek bir halısı varmış. Satmaya
karar vermiş. Ona göstermiş buna göstermiş, ama kimse talip olmamış. Sonunda
zengin birini bulmuş ve ona götürmüş.
Zengin halıya bir bakmış ve sormuş, kaç para? Adam cevap vermiş
100 altın. Zengin tereddüt etmeden tamam demiş ve çıkartıp 100 altın vermiş.
Adam sevinmiş. O sırada zengin sormuş bu halının kaç para ettiğini
biliyor musun? diye. Adam cevap vermiş “hayır bayım”. Zengin devam etmiş “en az
3000 altın eder”. Adam susmuş. Zengin sormuş, “niye 100 altına verdin?” Adam
biraz düşünmüş ve cevap vermiş, “bayım bağışlayın ama benim bildiğim en büyük
rakam 100!”
Şimdi aklıma Ludwig Wittgenstein geldi “Dilimin sınırları dünyamın
sınırlarıdır.” demiş. Dilin anlam zenginliği ve anlam derinliği gelişmedikçe o
dil ile yapılan iş sayısı sınırlı kalacaktır.
Konuşma dili 150-200 sözce/dakika ve okuma dili 200-250 sözce/
dakika iken, düşünme dili 1300-1800 sözce/dakika düzeyindedir. Bu yüzden
yeterince sözcük, anlam, kavram ve düşünsel bağlantıya sahip olmayan zihin,
kısır döngüde çıkmazları yaşayacaktır. Bu durumda, 200 sözce ile düşünen, 2000 sözce
ile düşüneni anlamayacaktır!
Parafı şöyle bitirmek isterim:“Dilin kadar varsın.”
Anooshirvan Miandji”
Felsefe, sanat, bilim,
düşün ve teknoloji, paylaşıldığı oranda vardır. Bilmeyene zarar vermez ama
bilene, paylaşana ve anlayana mutluluk verir.
Elbet tüm bunlar
birer eğitim işidir ve eğitim ailede başlar. Görgü, ailede başlayan eğitimin
ifadesidir. Aile dışı öğrenmeye eğitim denir.
Geçmişe bakarak medeniyet
ile uygarlık arasında git gel yaşamak, geleceğimizi kurmamıza engel olacaktır.
Uygarlık, medeniyete ilave edilen zaman ötesi bir tuğladır. Bulunduğun zamanı
aşmış her türlü eser ister yöresel, ister kültürel olsun, uygarlığı ifade eder.
Zamana bağlı olmayan uygar eserler yaratmak için önce geçmişimizi tanımalı,
anlamaya çalışmalı, eser bırakanların hangi şartlar altında bu eserleri yapıp,
içinde bulundukları şartları araştırarak onlara gereken değeri vermemiz
lazımdır.
Elimizdekini
koruyamayan, desteklemeyen, hor gören ve başarıyı “cezasız bırakmayan” bir
anlayıştan, her konuda zıtlıklarla yüz yüze gelen, ''Bârika-i hakikat,
müsâdeme-i efkârdan doğar. –Namık Kemal'', “Fikirlerin çatışmasından, gerçek
şimşeği doğar” sözüne gelmemiz için önce dilimizi iyi değil, çok iyi bilmemiz
gerektiğini anlamalıyız.
Ağaçlar,
algılayan birileri olduğu sürece vardırlar.
Ormanda bir ağaç
devrilse, kimse duyar mı?
George Berkeley
Elbet bizim de buna
benzer felsefi şaheserlerimiz vardır. Bunlara bir örnek;
Sağır, dilsiz ve kör
ormanda yürüyorlarmış, sağır ölmüş, dilsiz, sağırın öldüğünü köre nasıl
anlatır?
-anlatmasın niye
anlatıyo ?
-kör sağırı
görmemş ki anlatmasına gerek olsn
-alıştıra
alıştıra anlatması lazım normalde
-ölen ölür kalan
sağlar bizimdir!
Eskiden
tartışılırdı; Sanat sanat için midir, yoksa halk için mi?
Gizli yanıt
sorunun içindeydi.
Paylaşılmayan
hiçbir şeyin önemi yoktur. Paylaşınca sanat doğar. Sanatın oluşması için ayrıca,
içerisinde özel birçok vasfı barındırıyor olması da gerekir.
Emin Barın, bu
değerlerimizden ancak birisidir.
Eski yazı ile de
olsa, yazmış olduğu “Şimdi b.ku yedik” tabelası bile onu anmamıza neden
olmuşsa, bırakın öbür eşsiz eserlerini, bu tabelayı hep gözümüzün önünde bir
yere asmamız ve her an o yazıya bakmamız gerekir.!
Sanat, bilim,
felsefe ve düşün dolu bir 2017 diliyorum.
170102