INSANIMIZ…
Ben 16 yaşında
bilardo ile tanıştım. O güne kadar okuluna giden, derslerini çalışan bir
adamdım ki, işte talihsiz bir kaza ile anne ve babamı 14 yaşında kaybedene kadar.
Sonra okul hayatım biraz dağıldı, fakat derken, bilardo benim kurtarıcım oldu.
Neden derseniz, bizim ülkemizde cimri olduğumuz bir konudan dolayı. Takdir
etmeyi ve sevgi göstermeyi biz pek bilmiyoruz.
Ama bilardo
masası karşısında, koşulsuz bir takdir ve sevgi vardı.
Ben ilk bilardo
oynamaya gittiğimde, topa vurdum ve etrafımdakiler dedi ki, "Aferin".
Yani ben enteresan bir şey yapıyordum ve ben topa vurabildim, çocuktum çünkü.
Derken biraz daha kafamı yormaya başladım o işe, bir anda ilerletmeye başladım,
yani Adapazarı’nda oynayanlardan daha iyi oynamaya başladım ve koşulsuz bir
takdir ve sevgi gösterisine maruz kaldım.
İstemeden
de olsa kimilerine bir zararımız dokunmuşsa...
Geride
bıraktığımız tek bir çöp için dahi halkımızdan ve dünyanın en onurlu işini
en az ücret karşılığı yapan tüm temizlik işçilerimizden özür dileriz...
Selam
veren tüm dostlara...
Yolda bize
eşlik eden Beşiktaş sahilinin martılarına ve
Gölgesini
bizden esirgemeyen ağaçlara teşekkür ederiz...
2013-06-06
ÇARŞI
Böyle
güzel örnekleri hemen okur geçer ama üzerinde hiç düşünmeyiz.
İlkokuldan
beri size hiç “teşekkür” eden oldu mu?
Elbette
karneniz ile verilen bir belgeden bahsediyorum. O da verilmez, alınırdı.!
Teşekkür
aldım.! Vermediler ama ben aldım gibisine…!
Peki
başka? Çok az ve hatta sınırlı sayıda.
Bir gün
Adana uçuşuna gitmiştim, uçak ile ilgili işim bitince meydandaki büfeden bir
sigara aldım. Parasını verdim ve üzerini alırken adama “teşekkür ederim” dedim.
Adam
parayı verecekken durdu ve “Niye teşekkür ediyorsun, paranla değil mi?”
deyiverdi.
Bizler
genelde “sağ ol”, “eksik olma”, “eline sağlık” gibi güzel dileklerde bulunarak
minnettarlığımızı ifade etmekteyiz.
Çoğu zaman
da kuru bir “teşekkür” bile sorgulanır, arkasında bir şeyler aranır.
Yönetim
biliminde ilk defa 1990 yılında Peter Senge'nin "The Fifth
Discipline" adlı kitabında kullandığı “öğrenen organizasyonlar” kavramı
kısaca bilen, anlayan ve düşünen organizasyonlardır. Bunu gerçekleştirebilmek
için ise, bilen, anlayan ve düşünen İNSAN lara gerek vardır.
Bu
tanımlar ile en son Türk çocuğuna verilen eğitimin özü şöyle ifade edilmişti;
-
Çevreye uygunluk ilkesi,
-
Öğrencinin doğasına uygunluk ilkesi,
-
Kendi kendini yönetim ilkesi,
-
İş içinde kendi kendine çalışma ilkesi,
-
Öğrenciye yetki ve sorumluluk verme ilkesi.
Köy Enstitüleri’nin
temel hedefi, bu eğitim modeli ile kişinin kendi farkına varılabilirliğini
kazanmasıydı. Öğrenciler anlıyor,
düşünüyor, sorguluyor ve üretiyordu.
27.12.1949’da
imzalanan “Fulbright Antlaşması”, Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu
Kurulması Hakkındaki Antlaşma ile de “Yeni Dünya Düzeni” politikalarının bizim
için öngördüğü “dinsel eğitim” ya da “eğitimin dinselleştirilmesi”, bu antlaşma
ile büyük bir boyut ve ivme kazandı. Eğitim birliği “dini eğitimde birliğe”
kaydı.
Eğitimin
bu günkü hali ise sanırım herkes tarafından bilinmektedir.
“Kültürümüzde
çok ciddi bir 'EŞLİK ETME' yetersizliği vardır.
Bunlar, büyük ve karmaşık özellikler taşıyan tüm sistemlerimizde
ciddi sorunlara neden olmaktadır.” Bakınız: Ali
Rıza Saral: Eşlik Etmek.
SHY
SMS, Adil Kültürü şöyle tanımlar;
“Emniyet
kültürü ile değişmeli olarak kullanılan, insanların emniyetle ilgili bilgileri
güven içinde paylaşabildikleri ve paylaşmak için teşvik edildikleri ve
ödüllendirildikleri, kabul edilebilir ve edilemez davranışlar arasındaki
ilkesel ayrımın bilinir hale getirildiği, emniyetli düşünmeyi, sorgulamayı,
rehavete karşı direnci, kişisel sorumluluğu ve kurum içi otokontrolü kapsayan
bir yaklaşımı,”
Bu
tanımda Türk insanını bulmak zordur…!
19.yy
eğitimi ile devam etmeye çalışan bir ülke olmak bize yakışmıyor. 20.yy
eğitiminin yetersizliği artık sorgulanırken, 21.yy eğitimi için bizler nasıl
bir plan yapmaktayız ya da yapacağız bu konu üzerinde çok ama çok çalışmalıyız.
Geldiğimiz noktadan daha geri gidecek yerimizin kalmadığı da ortada. Yoksa
onlarca, ismi önünde birçok akademik kısaltma bulunan kişilerin, gelecekten ve
gidişattan habersiz medrese seviyesinde kalması nasıl izah edilebilir?
Tek bildiğimiz inşaat, öğretmenlik ve polislik..!
Bizim bu hayal ekonomisine girmemiz için, çocuklarımızın
"itiraz" etmesi lazım.
Bunu da OECD ölçüyor. OECD 15 yaşındaki çocukların "critical thinking and problem solving"
diye geçiyor, yani biz de bunu Türkçe'ye kısaca "itiraz etmek" diye
çeviriyoruz, kısaca "itiraz etme becerisi", yani sorgulama.
Türkiye'de bu oran % 2.2. 15 yaşındaki çocukların itiraz etme
becerisi.!
Güney Kore'de bu oran %28. OECD ortalaması %11.
Şimdi bakın, normal koşullarda, çocuklar doğduğu zaman %5'i
"üstün nitelikli".
Hiç bir şey yapmanıza gerek yok.
Biz o yüzde 5'i alıyoruz, 10 yıl eğitiyoruz ve %2.2'ye
kadar düşürüyoruz.
Bizim en büyük sıkıntımız bu.
Bugün
burada eğitim ve sahip olduğumuz yaratıcılık hakkında konuşmak istiyorum. Bana
sorarsanız şu an yaratıcılık en az okur-yazarlık kadar eğitimde önemli ve
bizler aynı statüdeymişçesine muamele etmeliyiz. Şu anda bizim
eğitim sistemimiz akademik yetenekler göz önünde bulundurularak dizayn
edilmiştir ve bunun böyle gerçekleşmesinin bir sebebi vardı. Bütün sistem 19.
yüzyıldan önce, dünya çapında ortalıkta herhangi bir eğitim sistemi yokken ilk
defa ortaya çıktı ve dahası, hepsi endüstrileşmenin ihtiyacını karşılamak üzere
oluşturuldu. Bu yüzden hiyerarşinin temelinde iki fikir var.
Birincisi, en tepede iş sahası için en faydalı konular yer alacak. Hatta bu yüzden büyük ihtimalle siz de okuldayken hoşlandığınız şeylerden, ‘eğer böyle devam ederseniz bir işe sahip olamayacağınız’ söylenerek uzaklaştırıldınız. Öyle değil mi? Müzikle uğraşma, müzisyen olmayacaksın; resim yapma, ressam olmayacaksın. İyi tavsiye-- fakat şimdi görüyoruz ki büyük bir yanılgı--. Bütün dünya köklü bir değişim girdabına girdi ve ikincisi, zeka algımızı domine eden akademik yetenek, çünkü sistemi üniversiteler dizayn etti. Eğer bütün dünyadaki eğitim sistemlerini düşünürseniz, halk eğitimi öğrencileri üniversiteye hazırlayan bir süreçten öte bir anlam taşımamaktadır ve sonuç olarak birçok yetenekli, zeki, yaratıcı insan aslında hiç de öyle olmadıklarını düşünüyor. Çünkü okulda iyi oldukları şeylere değer verilmiyor, ya da daha fenası küçümseniyor ve bence bu şekilde devam ederek durumu kurtaramayız.
TED'in bugün burada kutladığı şey insanın sahip olduğu hayal gücüdür.
Bu bir hediyedir bizler için ve şimdi bu hediyeyi kullanırken dikkatli
olmalıyız, akıllı davranarak, bu senaryoların gerçekleşmesine meydan
vermemeliyiz. Ve bunu yapabilmemizin tek yolu yaratıcı kapasitelerimizi
görerek, onların zenginliğinin farkına vararak ve çocuklarımızın bunu
gerçekleştirmek için umudumuz olduğunu görerek olacaktır. Ve hedefimiz onların
varlığını bir bütün olarak eğitmek ki böylelikle onlar bu gelecekle
yüzleşebilsinler. Bu arada -- biz bu geleceği göremeyebiliriz ama onlar görecekler ve bizim işimiz, onların bu
gelecekten ortaya bir şeyler çıkarmalarına yardım etmek.
Bir
yanda yurtdışında eğitime ve kişiliğe verilen önem, her mahallenin kendi
Konservatuarı’nın bulunması, sanata verilen değer ve okuldaki öğrencilerin her
ay bir defa mutlaka toplu olarak sanat olaylarına katılmalarının sağlanması,
Meslek okullarının çokluğu ve çeşitliliği.
Öte
yanda ülkemizde yaratılmaya çalışılan geleceğe ait örnekler;
“En tehlikeli kesim okumuş kesim. Türkiye'nin
geleceği için cahil nesil lazım.” Prof. Dr. Bülent Arı
Bilgiden
hep korkmuş ve yararlanmak için çaba harcamak gerektiğini görmüş olduğumuzdan,
yararsız ve çabasız elde edeceğimiz mazeretleri tercih etmişizdir. Biliriz ki
bilgi, beraberinde sorumluluk getirir ve gereği sizden beklenir.
Sokrates,
"cehalet mutluluktur",
onun
öğrencisi olan Eflatun da "mutluluk bilgi ile kazanılır" der.!
Bu sözleri
“Bilen mutlu, bilmeyen de” olarak algılayabilirsiniz amma;
“Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?
Ancak gönül ve akıl sahipleri düşünüp ibret alır.”
(Zümer 9).
Sevgiler
161219