Müsaadeye tâbii…!
“Licentia”, müsaade etmek, serbest kılmak anlamında
kullanılır. Latince “licentia docenti” diye birlikte kullanılan bu iki kelime ‘
öğretme müsaadesi’ yani bu yetkiye sahip birisinin bir mesleği yapma, uygulama
ve öğretme yetkisine denir (lisans).
“Doctorate”, docēre fiilinden gelmektedir ve Latince anlamı “öğretmek” dir (Doktora) Doceo, ‘öğretiyorum’ fiilinden
gelen Doctorate, ortaçağ Avrupasında “Licentia docendi”; öğretme yetkisi
anlamında üniversitelerde ilk defa kullanılmaya başlandığında örnek alındığı
yer, çok eski zamanlardan beri bu yetkiyi kullanmakta olan din adamları ve o
dönemde eğitim veren din kurumlarıdır. Din kurumlarında bu yetkiyi almak için
önce bağlılık yemin edecek, sonra da karşılığı belli bir ücreti ödeyecektiniz.
13. yüzyılda Bologna ve Paris üniversitelerinin bu yetkiyi vermeye başlamaları
ile bu yetki, akademik bir unvan olarak kullanılmaya başlandı.
“Ducendi” Latince önderim (ben önderlik ediyorum) bir
çalışmayı, araştırmayı ilk başlatan anlamındadır (doçent).
“Profes” Latince
açıkça söylemek anlamındadır. “Professor” de açıkça söyleyen, anlatan. Genelde
bilim ve sanatta uzman olmuş kişilerin anlatımları ve öğretimleri için
kullanılır. Fransızca öğretmen, profesör “professeur” demektir. Eğitimin
çeşitli kademelerinde ve çeşitli ülkelerde bu unvan daha değişik anlamlarda
kullanılmaktadır.
13. yüzyılda
Paris, el yazmaları ile meşhur, kitapları el yazımı ile çoğaltan ve bunun
ticaretini yapan bir başkent olmuştu. Kalabalık nüfus ve bu nüfustaki zengin
kesimin çokluğu, uzun süre bu unvanı başkalarına kaptırmayacaktı. Manastırdaki
keşişler sabır ve yetenek ile yazar iken ticaretin temellerini büyük
punto-küçük punto yerine “harf” üzerine kurmuşlar ve “sayfa başına” ücret
tartışmasına girmeden, harf başına para alarak herkesi memnun etmeyi
başarmışlardı. İtalyan üniversitelerinde başlayan “Pecis” sistemi (Latince
pecia; parça – Arapça; Cüz anlamında) Paris’te yaygın olarak kullanılmaya
başlanmış olması, paradan tasarrufu hedef almaktaydı. Elbet “ticaret” olan
yerde bazı çıkarları da göz ardı etmemek gerekir. Keşişlerin “Docendi” yerine
“Professeur agrégé” ya da “beaucoup” harf kullanarak Fransız yazı diline
yaptıkları katkıları ilginçtir. İki hece için bir futbol takımındaki toplam
oyuncu sayısı kadar harf kullanarak ancak yazılabilen bir soyadı, o dönemde
keşişlere elbet çokça para kazandırmış olmalıdır (Aatif Chahechouhe).!
Yazma, aracı
ve süreciyle, yazan ve yazdıranla, egemenliğin mülkiyetinde olduğu için,
örneğin, Anadolu’nun eski medeniyetlerinin on binlerce yazılı tabletleri
arasında, halkın yazıtları yoktur; hepsi de imparatorluğun yönetimi ve
düzenlenişiyle ilgili yazıtlardır. Mezopotamya’da, Mısırda, Roma’da ve
Yunanistan’daki eski imparatorlukların yazılı kültürel kalıntılarının sahipleri
ve içeriklerinin hiçbiri ne halkın, ne de halk tarafından kendi için
üretilmiştir. Yazılı iletişim, imparatorluklar içinde ve imparatorluklar
arasındaki siyasal ve ekonomik egemenlik ve kölelik ilişkilerinin
düzenlenişinin ve yürütülüşünün kaydı ve iletisidir. Yazılı iletişimin aracı,
amacı, konusu, kullanılışı ve sonucu imparatorluğun mülkiyet yapısını ve
mülkiyet ilişkilerinin özelliklerini anlatır.
Halkın
yazmayı öğrenmesine ihtiyaç yoktur, çünkü halkın yazıyla iletişeceği hiçbir
emir, vereceği ders veya talimat, göndereceği ve hesabını tutacağı malı yoktur.
Öğrenmeleri de yönetici güçler için görevsel değildir.
Çok sonra
kağıdın çıkması ve yaygınlaşması ve örgün eğitimin gelmesiyle okuma ve yazma da
ulaşılabilir oldu. Fakat okuma veya yazmaya herhangi bir nedenle gereksinme
duyulmadıkça, aracın var ve kolayca erişilebilir olması anlamını yitirir.
https://insanveevren.wordpress.com/2011/05/12/eski-uygarliklarda-dil-ve-yazi/
İlk matbaa,
1639 yılında IV. Murat’ın emri ile Avrupa’dan özel siparişle getirildi.
Bünyamin Efendi’nin getirdiği matbaanın hikayesine Anadolu Gazetesi’nin Hicri
1339 (Miladi 1920) Rebiülevvel tarihli bir sayısında geniş yer verilmiş. İlk
matbaayı tarihte birçok eleştirilere maruz kalan IV. Murad’ın Avrupa’ya özel
bir ticari elçi göndererek ısmarladığını yazan gazete, matbaanın ilginç
hikayesini baştan sona okuyucularına da aktarıyor.
Bünyamin
Efendi’nin getirmiş olduğu matbaanın hikayesi gerçekten parmak ısırtacak
nitelikte. Asıl adı Benjamin olan ancak Müslüman olduktan sonra Bünyamin ismini
alan Bünyamin Efendi, Sultan IV. Murad’ın emriyle Amsterdam’a matbaa almak için
gönderiliyor. Bünyamin Efendi o dönemin en iyi üretimlerinden olan “ağaç
matbaa”yı bin altın vererek satın alıyor ve deniz yolu ile getiriyor. Willem
Janson Blaev imalatı olan matbaa, Osmanlı’nın İran ve Girit sorunlarının iyice
alevlendiği bir dönemde Osmanlı topraklarına giriş yapıyor. Daha kötüsü, bu
arada matbaayı ısmarlayan IV. Murad hayatını kaybediyor ve yerine Sultan
İbrahim tahta geçiyor.
“Tiz bu ucube
eritile!”
Sultan
İbrahim döneminde matbaa karşıtı bir grup araya giriyor ve matbaanın aleyhinde
Sultan İbrahim’e kulis yapıyor. Sultan da bunun üzerine, kendinden önce büyük
güçlüklerle getirtilen matbaanın eritilmesi için emir veriyor. Olay o kadar
gariptir ki; matbaanın ahşap olduğu Sultan İbrahim’e aktarılmamıştır. Makine
eritilmek için Saray’ın demirci başına teslim edilince, demirci başı ömründe
ilk kez gördüğü bu acayip yapıyı tabiatıyla “eritemez”, ama yakmaz da. Matbaayı
3 altına bir Yahudi’ye satar. Yahudi de üç altına aldığı matbaayı 50 altına
Cenevizli bir tüccara devreder.
Cenevizli
tüccar, matbaayı gemiyle İspanya’ya kadar götürür. Ancak, tüccar götürdüğü
mallardan yüklü kazanç sağladığı için matbaayı indirmeye gerek görmez, gemide
bırakır. Makinenin içinde bulunduğu gemi Amerika kıtasına doğru yola çıkar ve
aylar sonra I. Manuel Rodriguez Adası’na varır. Burada erzak alınırken matbaa
yer kapladığı için kaptanın emriyle denize atılır. Ahşap olan matbaa yanında
bir kutu hurufat (matbaa harfleri) ile birlikte kıyıya vurur. Tarih 1641’dir.
Eski bir
Papaz olan Jose Martinez kıyıda gezerken sandığı görür. Merakla açtığında bu
makinenin bir matbaa olduğunu anlar. Fakat bu matbaa Gutenberg’inkinden daha
gelişmiştir. Mürekkebi ve birkaç parça kağıdı tedarik eden Martinez, İncil’den
mesajlar bastırarak dağıtır. Martinez daha da ileriye giderek yaşadığı yerin
sosyal olaylarını öyküler şeklinde yazıyor ve bunları mabaasında bastırarak
kitaplaştırıyordu. Son zamanlarda adanın günlüğünü de tutup adaya gelen gemiler
ve tayfaları hakkında bilgiler veren Martinez, 1643 yılında hayata veda eder.
http://baysungur.blogcu.com/osmanlinin-ilk-matbaasi/4179287
Google her şeyi
bilmiyor, depoluyor sadece. Annemizin çeyiz sandığı gibi bizlerin de bilgi
depolarımızın olması gerekli. Eskiden tüm telefon numaralarını ezbere bilirdik.
Daha mı zeki idik? Şimdi de zekiyiz ama tembelleştik. Beynimizi yeterince
kullanmıyoruz, çalıştırmıyoruz, kendimizi yenilemiyoruz.
Nerede ise yazılı
iletişim yerine görsel iletişime geçeceğiz. Kutsal anlamına gelen Hiyeros
(ἱερός) ve yazıt anlamına gelen Glifo
(γλυφίς) Hiyeroglif
yaratmaktayız sanal dünyada.! Okumak mı? İlkokulda öğrendik. Okuyoruz. Anlıyor
muyuz? Okuduğunu anlamada Japonya ve Finlandiya gibi ülkeler zirvede, biz ise
Şili ve Endonezya’yı aşarak sondan 3. sıradayız.
Okuduğumuzu
anlama becerimiz yok.
Avrupa Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ülkeleri içerisinde Türkiye 72 ülke
arasında 50. sırada yer alıyor.
Türkiye, iş
yerinde problem çözme ve teknolojiyi kullanmada 8 puan ile OECD sonuncusu.
Bilgi, asla
tükenmez. Bilgiyi tüketemezsiniz.
Öğretmek müsaadeye
tâbii ama kişinin kendini eğitmesi, müsaadeye tâbii değil.!
Okuyun, lütfen
kendinizi tüketmeyin.
170501